Karoglanin Vahdeti Vücut örneklemeleri
Hocanin birisi bizim anlattigimiz "vahdet" meselesini inkar edip, bize münkirlik ediyor, ve "Eger bizlerde Allah teceli ediyorsa, o zaman bizler Tanri oluyorsak, binlerce milyonlaraca insan var, ve o zaman milyonlarca tanri var demek olur,ve milyonlarca tanri olunca bu dünya helak olur, o, der böyle olcak, beriki der, hayir şöyle olcak, ve kainat bozlur diyor."evet dogru ve fakat yinede yanliş, işde biz vahdeti vücut olunca, bize hilaf eden deccal işde bize hilafindan mevsimleri bozdu, nerden ögrendi bunu ? bizden ögrendi, bizim ANTIMIZ olarak, bizim yaptiklarimiza ANTi fonksiyonu uygulayinca, halifelik ikilendi, ve vahdet halbuki bir demek, iki bir olmazki, matematikde 1 in antisi sifiri olunca, benim ziddimi tersimi sifri olarak alinca, o zaman, ben yokum demek gibi mana cikar, öyle olunca, ben yokken, o var, o yokken ben varim. ve gece yokken gündüz var, gündüz gidince gece var, bunlarda bir kavga yok halbuki, ve yine temsili misal ile bir köyde 30 aile varsa, 30 tane ev var her evde kari, koca, ve cocuklar, dede, nine var ise, o zaman onlarin herbirinin (her bir evin) ayri bir aile olmasi, babalarinin farkli olmasi, bulunduklari köyde yaşanmasinda ve o köyün yönetilmesinde bir sorun yapmaz, her aile reisinin ayri başi babasi var, ve kendi durumuna göre, zengin veya fakir, bilgili, bilgisiz,..............olabilirler. ve yine köyün başi muhtar veya, belediyelikse, belde başkani oluyor, varmi sorun? yok. yine bir ilce veya şehir onlarca köyden oluşsa binlerce aileden evden oluşsada, onlarin yönetilmesi, yine secimle tayin edilmiş olan bir belde başkani ile olmakda, varmi bir sorun? yok. ve yine bir üste cikinca bu sefer şehirlerden secilen milletvekilleri o şehirlerin yönetimini, başkentteki meclisde yönetmekdeleer. varmi bir sorun? yine yok, o zaman sen, bizlerin halife olmamizi, ve herkesde Allah tecelli edince, ve Allahligi ögrenince, sen ben o vahid olan Allah olmasakda, allahin bir sifatinin tecellisi, veya bir fiilin işlemesi icin, görevde olan birileri demek, ve bunlarin binlerce olmasi, vahdet vücut olan, vahid olan Allahin vahidligini bozmaz, o şek ve şeriki olmayan, tersi olmayan, bir olan, vahid olan Allahdir,
yine ikinci misal ile : bir bedende binlerce hücre var, her hücre kendi başina bir devlet gibi, başkenti ve başkani var, yardimcilari var, amma o hücrelerin bazilari yine grup olarak, mesala bir tel saçı oluştrumuşlar, o sac yek başina bir baş olmasina ragmen, o Allahin emrindedir, ve o bedenin hizmetine aamaadedir, ve onun ayri bir baş olmasi, bedenin vahdaniyetine zarar vermez , diş böyle,dil böyle kulak böyle, göz böyle hakeza, .... yani vücüt yek olan, ve saclar, killar, ciger hücreleri, ve cigerin tamami veya, sol tarafi , ... vahdaniyeti bozmaz, beden yine "vahid" ve tekdir. ve tek kafadan yönetilir. her ne kadar onlar, ayri ihtiyac ile ve fonksiyonlari ile başlik gösterip hükmetselerde ayri ayri istek ve hukuk sürselerde, onlarin yekligi, yek olan bedenin vahdaniyetine hic zarar vermez, bilakis bedenin hayri olan bir hizmetli durumundadirlar, velhasil kelam, daha fazla söze gerek yok artik, bu kadar sözden sonra anlamayana, (BibBiiiiiib Kafa) derim artik.
zelzelenin şiddetinden herkesin kalbi şiddetli şekilde atmaya
başlayacak, yani artik kalplerin frekansi bir üst seviyede calişmaya
başlayacak, yani daha hizli daha hizli dünya icin.
ve zelzelelerin asil sebebi dünyadaki kalperin daha hizli atma seviyesine cikmasi icindir.
yani hani ölen hastaya elektro şok verilirki kalp yeniden atsin
diye, ve ilk canlandiginda kalp hizli hizli atar ve yogun bakima
alinir.yani işde depremde dünyanin albinin daha hizli atmasi icindir. ve
vahdeti vücut olan dünyamizin temisili misali olan hatice annemizin
kalbinin herhangi bir korkma ürkme irkilme veya fazla performans sonucu
heyecan sebebiyle hizli atmaya başlamsi sonucu , onun sekteleri
işde depremleri oluşturur.
irşad ehli ve mürşid kimseler icin her birisine ayri bir meziyet verilirki onunla rengine uyanlari irşad etsin diye nasilki at terbiyeciysiyle köpek terbiyecisi bir degildir at ile köpek bir olmadigi kadar asikardir iste seyhler peygamberimizinin tayini ile insanlari silsile silsile rabbimize ulasttirmak icin rasulullahin sünnetini kurani insanlara anlatirlar amma herkese düsen nasip farklidir atin yaptigini köpek yapamaz köpegin yaptigini at yapamaz insanlarda böyledir herkesin irşad yolu farklidir amma evliyalrin basinda bir zaat olurki o zaat bütün insanligi irşad ile görevlidir yani bütüne schayandir yani diger evliyalar parcayi alirken o zati muhterem bütünü aLMISDIR YANI BAZILARI BIR KÖYÜ IRŞAD EDERKEN BAZILARI BIR MEMLEKTLE GÖREVLIDIR BAZILARI BIR MEMLEKETTE ON KISIDIR ISDE VAHDETI VÜCUT DENEN ZAAT DA BÜTÜNe SCHAYANDIR yani bütün insanligin irşadi
Tasavvufdaki Terki Terk Etmek Nedir : Terketmek
mesala Peygamberin abdestli gezme sünnetini aldin tuttun, ve artik o
hale geldinki, abdestsiz adim atmaz oldun, ve sonunda öyle bir noktaya
gelirsin ki, artik o terkettigin abdestsizce gezme olayina tekrar
dönmene, ve abdestsizce gezivermen, senin tekrar abdestli olmayi
terkedivermendir. önce abdestsizligi terketmişdik ve birinci terki
teketmişdik ikinci terk ise o terkettigin şeyi terkedivermendir.
sebebine gelince mesala mevsimler ilkbahar ile başlar ve ilkbaharda
bütün renkler yerini, hayat ve Hay ve diri olan Allahin sifati ile, yeni
bir can bulmak, ve haşrolmak toplanip bir bedene yol almak olan, yeşile
birakir. ve başka renkler terkedilir ve onlarin yerine yeşil tercih
edilir ve ilkbahar olur. sonra ilkbahar biterken bizlerin, yeşil bugday
yerine, sari ermiş bugday icin, yine yeşil erik yerine, ermiş erik, yine
ham karpuz yerine, ermiş karpuz icin, kirmizi sari ve turuncu rengi
tercih etmemiz lazimdirki, yaz olsun ve yaz mevsiminin rengi kirmizi ve
beyaz ve ateş sarisi ve saridir aydinlikdir yani bütün renkleri bariz
eden aydinlik tercih edilir. ve yaz bitince bu sefer, daha cok sari ve
sararma solma ve ölme, ve kahvrengi tonlari yani, camur rengi tercih
edilir, yani ölüp topraga karişma, hadisesi oldugundan toprak rengi,
yani camur rengi revacdadir, ve diger renkler rengini ölümün rengi
toprak rengine birakir kahverengi ve tonlarina, sonra sonbaharda
bitince, kış gelmesi icin, karanlik ve zulümet rengi siyah ve gri tonlar
tecih edilip, bütün renkler renklerini gece rengine birakir kendini, ve
sonbahardan kışa gidecek olanin tercihi, zulum ve karanlik olmalidir,
bunun bir nevi aciklamasini daha önceki sohbetlerde yapmişdik, mesala
kisa bir hatirlatma: dünyada kötüler yok edilip bitirilmez ve winter kış
icin gecenin koyu oldugu zaman, ve burclari winter kış burcu olanlara
zamani birakmak icin, işde karanlik ve gece yani kötülük bir nevi galip
gelmeye başlar, yaz demek ise iyiler, iman ve müminlerin galip olmasi
demekdir demişdik. ve yunus efendimiz vahdeti vücut seviyesine cikinca o
terkettigi bütün reklerden gecip zulumeti secmek zorunda birakilmiş, ve
hani insan dertlere ve cilelere, kötülerin cilesine ve zararina maruz
kalinca, bende bundan sonra zalim olcan anasina satan, "bu dünyada deveye dikken insana tiken geciyor" deyip
artik iyi olamanin fayda etmedigini görünce yazdan kişa gecildigini
görünce, bunlardan kurtulmak icin bir an sitem edip bende kötü olmk
istiyon denir ya, işde o sitem hali ile yunus efendimiz vaadinden avdet
edip, sözünden cayip "artik bende zulümeti secdim, bende kötü olcan" demiş.
yani bizlerde birer simurg uz yani, Allahin kerim kullari, Allahin kerim ismini oluşturuyor, babalari rahman ismini, anneleri rahim ismini, cebbarlari cebbar ismini, celalleri celal ismni ,yine rezzaklari yediren doyuranlari (ekmekci,bakkal,manifaturaci gibi yediren giydirenler ve yine ana baba gibi evladini yedirip giydirenler) rezzak ismini oluşturuyoruz, yine mustafalar muhammedin mustafa sifatini oluşturuyor, ahmetler ahmet sifatini, ibarihimler ibrahimi, ismailler ismaili, ve bizlerin toplamida yine temsili mana ile simurguz, biz O yuz, enel hak ve vahdeti vücut tasviri il, bizde O var yani " Allah" bizi kendi suretinde yaratti, bütün sifatlariniikn kücük bir mislini bizede verdi tam külfetinidegil amma cüzi bir miktardaki keyfiyetini bizlerede verdi, ve o yüzden biz "O " yuz. ve bizimle yardim eder, bizimle yürür, bizimle sever, bizimle şefkat eder ,veya rahmet eder, bagişlar veya cezalandirir.
Tasavvufda Besmelenin Manası:
Tasavvufun bir ögretiside " La mevcude illa Hu" yani ondan gayri bir mevcudat, yani varlık Yokdur demekdir.
Bu seviyeye ulaşan bir tasavvuf ehlinin besmele ile varacağı mana:
mesela yemek yerken, peynir için kullanılan mana ile, O ndan gayri nesne
yok ise, peynirde de O vardır. ve yani onu yiyen kendinde (sendede)
onun ruhu saklıdır. Yani bir nevi Vahdeti vücut ve "enel hak" tezahürü
ile 'O' O 'dur zaten. o zaman, O'nu (yani peynir için, (peynirdede O
haliki zülcelal saklı) yine ellerimde onun eli, ondan gayri mevcudat
yoksa yine,
Yani o zaman geniş kapsam ile " O 'nu ,O'nunla , O'nun için , O' na,
O'nun ismi ile O'nlarla gönderiyorum" manası tezahür etmiş olur.
Burdaki onun ismi yani işde bu cümledeki besmele ile kasdedilen, ondan
gayri mevcudat yoksa:peynirde, ekemkde O ise o zaman onun ismi ile
demek yani Allahin ismiyle yani bismillah demek yine o peynir için,
onun peynir oldugu zaman, peynir ismi ile "O" yine O ' olan O'nun ismi
yani Peynir yerken onun ismi peynir olmuş demekdir. daha faza derin
gittikmi bu seferde çıkamayız bu kadar açıklama kifayet edecekdir
umarım.
ve yine sizden gelen seslerden birisi ihram yasaklari
ihramda Bile bile KILINI koparmamak demek sen artik menzile
vardin, (BibBiiiiiib Kafa) orasi menzil, varilmasi gereken yer. vahdeti vücud. ve
orda senin bir KILI bile bile KOPARMAN HACININ BIRINI BILE BILE ÖLDÜRMEN
DEMEK. Dedikya bizler muhammedin hücreleriyiz, ve orda yapacagin bir
hata hacilarin birinin can kaybina sebeb olur, ahmaklar. ve bunu dedikde
Muhammedin haber verdigi, bazi hacilarin kaninin cemaratda, şeytanin
birinin üstüne akcagi güne geldigimizi haber vermiş olduk. ve o ahmaklar
bunu sinayacaklar ve hacilarin kani cemaratda şeytan taşlama gününde
şeytanin birinin üstüne AKCAK KADAR COK HACI ÖLCEK.
Enel Hak (انل حق ) Tezahürü ve Vahdeti Vücut Nedir?
Vahdeti Vücut: Allah insani Kamili kendi suretinden halk etmiş ve nitekim Rahman tezahürü göstermesi yani O nun rahman olarak görünmesi, bizlerden birsinin bir baba oldugunda olmakda, yine Rahim tezahürü göstermesi, yine bir anne oldugunda, Yine Rezzak ismi tezahür ettiginde bir lokantac,i yahut davet veren bir ev sahibi, yahut iftar yemegi veren veya kurban adak eden birisi, bir fakiri giydiren, yine fakir olmasa bile evladina karisina kocasina elbise gömlek pantalon alan birisi gibi yine
settar ismi tazahür edince bir terzi yani idris olup tazahür gösterir yani Allah terzi olarak görünür, yine Hakim ismi tecelli edince avukat hakim ve adliyedekiler olarak görünür, ... daha bircok örnekleri siralayabiliriz.
Enel Hak: Yani allah insani kamili kendi suretinde halkedince meleklerde kiskanmişlar ve sen yeni sevgilimi halketin bizi koyupda dediler, öyle olunca hep diyoruz insan bedeni kainati alemin haritiasi gibi nitekim harita en fazla mesla iki metre olabilir amma o iki metrenin icine bütün dünya sgdirilir degilmi, ve allah torpaga tilan bir elma cekirdeginden acuíp onu elma dali yapiyor sonra elma dali meyva verince dali dürüp tekrar cekirdek yapiyor ve insanida yine acinca kainat gibi ve hartia şeklinde kainatin kullanma joysticki gibi, amma onuda dürünce yedilkerinden öyle bir tohum yapiyorki ona meni deniyor ve Allah o meindeki kücücük sperme füzesinin icine insani dürmüş bükmüş kopymuş insanla birlite insak kainati alemin hartiasi ise kainati dürüp bükmüş koymuş, ve Allah kendi suretindce halkettigi icin sifatlareinin cogunu insan üzerinden tezahür ettiriyor dedik, ve böyle olunca icde diş dişda ic var ve tevhid demek işde vahdet demekdir ve vahdet demek "la mevcuda illa hu" demekdir. nitekim tevhidin esas terimi olan "La ilahe illallah" Nedir? "La ilahe illallahin" Anlamı görümürde her ne varsa ve görümnmeyen her ne varsa onlarda başka bir ilah ve Allahlik taslayabilcek yokdur ki o gördüklerinde senin görm,ediklerinde alahin tezahürleridir, yani ilallah kismi yani onlarin hepsi yalnizca Allahdir Ondan gayri bir nesne varlik yokdur ancak o vardir dem,ekdir ve böyle olunca kainatta Allahi görmege , Allahda kaintai ve insani görmege ve bende de o var deyince Hadis-i Kudsi'de Allah Teâlâ "Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyurmaktadır. yani ben O , O ben yani Enel HAK tezahürüde budur .
أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنْ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ
وَإِن كُلٌّ لَّمَّا جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ
وَآيَةٌ لَّهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
Sadakallahul Aziym Yasin Suresi 31 - 32 - 33
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
E lem yerev kem ehleknâ kablehum minel kurûni ennehum ileyhim
lâ yerciûn. Ve in kullun lemmâ cemîun ledeynâ muhdarûn.Ve âyetun lehumul
ardul meyteh(meytetu), ahyeynâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhu
ye’kulûn.
Sadakallahul Aziym Yasin Suresi 31 - 32 - 33
(Tefsiren Meali)
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Siz görmüyormusunuz, sizden önceki nice helak ettiklerimizi,
tekrar geri döndürdügümüzü, ve siz geri döndüremeyecegimizi mi
sanirsiniz. halbuki onlar hazir vaziyette huzurumuzdadirlar. ve onlari
nasil geri döndürgümüzün en büyük kevni ayeti toprakdir, ve toprak olan
bedenlerini yeni bir tohum olarak hayat verip diriltirizde, toprakdan
onlari geri cikaririz, yani bir tohum fidesi olarak can verip
yeşertirizde, sonra o (meyva, sebze verince) ondan yersinizde sizin
bedeninizde insan olurlar can bulurlar. (Tefsiren Meali)
Sadakallahul Aziym Yasin Suresi 31 - 32 - 33
işde gecen dedigimiz mesele yeniden haşrolcagimiz zaman, eger
duruşumuz ters dönerde, kötülerden olarak haşr meydanina cagrilirsak,
yani yeni bir can ve bitki halimiz kötülerden olcaksa en azindan
kötülerin en iyisi gibi olsun, mesala yakubun 10 oglu vahşi kurtlar gibi
yusufu öldürmek istediler, Bünyamin ise hayir öldürmeyelim dedi, onu şu
kuyuya atalimda, belki bir kervan falan bulur alir gider dedi, yani
vahşi kurtlar icinde merhametli kurt. Rabbimiz bizi, yeniden
haşroldgumuzda en azindan Bünyamin gibi kötülerin icinden en iyisi
olarak halketsin demişdik.
Ve Düşünün Dünya yaratilalidan beri dogan insan ve cin
meleklerin sesini, ve Allah hepsinin o gürültüsü icinde, her birisinin
sesini ve niyazini, yine bir insan olan ahmetinin veya mehmetinin
sesini, yine ve ahmet amcanin ineginin karni acikdiginin sesini,
susadiginin sesini, ve yine bir bardagi oluşturan elmentlerdeki
atomlarin spinlerinin sesini, ayri ayri duyar, hepsini berrak olarak
anlar, ve hepsinin istegine uygun cevap verip, isteklerini olumlu veya
olumsuz yerine getirir. ve düşünün yaninda 10 tane telefon olan bir
sekreteri,ve o bir telefona cevap vermeden, ikinci telefon caliyor
ücüncü telefon ve on telefon caliyor, o ise ancak birine bile tam cevap
veremez yetişemezken, biriyle görüşürken digerini beklemeye almasi
gerekirken, Cenabi mevlanin Azamati ve kudreti öyledirki, o ahmete elma,
mehmete fistik, zeynebe üniversite, inege ot, kediye mama, cekirgeye
bugdayi ayni anda verirde, ne yorulur, nede onlara vermekden bikip,
yoruldum bugün tatile cikiyon, ne yaparsaniz yapin, başinizin caresine
bakin demez. o ahmet amca olup, bahcedeki susayan ayni sefa ciceklerine
su verir, veya lokantaci mehmet amca olur, ve yeni evli cift fatma ile
hüseyine yemek pişirip önüne kadar koyar, yedirir riziklandirir veya o
her isteyenin istegiginin makbuliyeti dogrultusunda, onlara yönelir ve
cevap verir. O Bütün ve Büyük, Kebir ve Azamet Sahibi olan Allahdir. o
bir katilinin istegine bile cevap verirde ona tabanca olup katillik
etmesine yardimci olur, rahmetin bu kadari ohaa dedirtir. Hayrinda
şerrinde yaratani, meydana getireni odur, yokdur ondan başka Tanri.
Geceninde Rabbi odur Gündüzünde Rabbi O dur.iyilerin yaratni Rabbi
oldugu giobi senin benim kötü sandiklarimizin yaratani ve Rabbide odur.
---oOo---
Tasavvuf ehli herşeyden ziyade Allahu Tealanin Cemaline talipdirlerde, Talip olduklari Cemal nedir bilmezler.
Halbuki Cemal demek yüz demekdir, yani logo. mesela benim sayfamin başinda bir logosu var, onu gören ha bu karoglanin sayfasi der. Yine yeni resimlerime mehdi ve Raşit Logosu yaptim, ve onu kullaniyorum, onu gören, bizim logomuzu gören haaa bu karoglan hocanin dizayni, yahutda paylaşdigi bilgi, resim, yazi neyse işde o diye bilir. yani cemal yani logo, ve Allah da, insanogluna logo olarak yüz kismini vermiş, ve biz insanoglunu ve hayvanlari ve yine bitkileri logosundan,yani yüz kismindan taniriz, ayagina bakipda bu kedi bu köpek demiyoruz, yüzüne bakinca, haaa bu kedi, veya bu fare, bu aslan, bu ahmet, bu mehmet biliriz. yani cemal allahu tealanin sana yükledigi cemal mazhariyetine mazhar olan yerin , yani yüzün ile sendede cemalullah tezahür edip sana ercek olan işde toprakdaki bir bir dometes fidesi, cemalullah diledi ise, senin logon ona gösteerilip onun sana dogru yolculukk etmesi, seni arayip bulmasi saglanir, dünyanin her neresinde olursan ol o senin icin rizkin, ve yiyecegin, giyecegin, veya cicegin, agacin, hayvanin olarak yazildiysa, senin logon ona gösterilirki, o seni heryerden güneşin görüldügü gibi, görüp sana dogru yolculuk eder durur, taaki sana vasil olana kadar. yani ve cemalullaha talip olmak bu yüzden esas ameldir, haşrdan sonraki hedef noktamizdir. cennet ve cehhennem sonraki işler, en mühim mesele cemalullah yani varacagin yer, yani navigationdadaki hedef demekdir. hedefi olmayanin varacagi yer muglakdir.
ve kainatda ne cemalullahsiz nede besmelesiz bir amel ve iş olmazken, nedir yine her işin başinda besmele cekmek peki denirse yani :
"la mevcuda illa hu" denince ondan gayri bir varlik yok ise, onun ismi olmayan isimde yokdur, o yüzden ahmet gelirmisin derken, biz demeyizki "bismillah ahmet gelirmisin" sadece "ahmet gelirmisin" deriz bu yeterli, amma bir fiilin amelin başinda besmele cekeriz ki, bunu yapan ben degil, benim üzerimde tasaruf eden Allahdir demek icindir. Nitekim Kuran-i Kerimde Hz. Davud un Calutu öldürmek icin attigi taşdan dolayi, Rabbimiz buyuruyor :
Esteuzubillah
"onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
Sadakallahul Aziym Enfal Suresi 17
Yani Allah, Davut aleyhisselam o taşi atarken O nda o taşi atan eli kolu olmuş, ve atan davut degil Allahmiş, hal böyle olunca enel hak ve vahdeti vücut meselesi
hani matrixdeki Kaşık bükme meselesi gibi Eğilen Sensin Kaşık eğilmez derecesine cikinca, vahdeti vücut olunca iman etmiyen yunus peygamberin ümmeti degil, yunusun bedenindeki hücreleri iman etmemiş sonra o tövbe edince kendisi iman edince, onun hücreleri iman etmiş, yani vahdet azizim vahdet meselesi, burda
suc ninovada degil egilen sensin gibi tövbe edip iman etcek olan yunus ninova degil.
Sual: Vehhâbî zihniyetliler, Muhyiddin-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Hallac-ı Mansur gibi evliya zatlara neden kâfir diyorlar?
CEVAP:
(Kişi, bilmediğinin düşmanıdır) derler. Tasavvufu, evliyalığı bilmedikleri ve onların hâllerine sahip olmadıkları için, hemen o büyük zatlara kâfir damgasını basıyorlar. Ehl-i sünnet itikadındaki Müslümanların, Vehhâbîliğe uymayan inanışlarına da şirk damgası vuruyorlar. Mesela, (“Allah göktedir” demeyen kâfirdir) diyorlar. Hâlbuki böyle diyenin kâfir olduğu Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır.
Tarih boyunca gayrimüslimlerden evliya çıkmadığı gibi, Vehhâbîlerden, mezhepsizlerden ve İbni Sebecilerden de evliya çıkmamıştır ve çıkması da mümkün değildir. Çünkü Ehl-i sünnet olmayan evliya olamaz.
Özellikle vahdet-i vücud sahibi evliya zatlar, Allah aşkıyla kendilerinden geçince, yadırganacak sözler söylemişlerdir. Bunların, o an aklı başlarında olmadığı için, mazur olduklarını Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
Tasavvuf ehlindeki hâller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğuyla, üzerlerini bu hâlin kaplamasıyla, Allah’tan başka şeyleri yok biliyorlar. [Hallac-ı Mansur’un “Enel-hak” demesi gibi] Allahü teâlâdan başka bir şey görmüyorlar. (2/42)
Aşk sarhoşluğu içinde söylenen sözlerin en meşhurlarından biri, Hallac-ı Mansur’un (Enel Hak) sözüdür. (Enel Hak) ne demektir?
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Enel Hak, (Ben yokum, Hak teâlâ vardır) demektir. (2/44)
Hallac-ı Mansur (Enel-Hak) sözünü, tasavvuf yolcusu iken söylemiştir. Vefatından sonra yükseldi. (3/75)
Hallac-ı Mansur’un (Enel-Hak) sözü, (Var olan Hak’tır, ben değilim) demektir. (3/120)
Hallac-ı Mansur’un kelâmı, hâllerin galebe çalmasından dolayı olduğu için, mazurdur. (3/121)
Hallac-ı Mansur, (Enel-Hak) demekle kendisinin bâtıl değil, hak olduğunu bildiriyor. (Ben ilahım, ben Allah’ım) demiyor.
Ali Râmitenî hazretleri buyurdu ki: Hallac-ı Mansur zamanında Hâce Abdulhâlık-ı Goncdüvani’nin talebelerinden biri bulunsaydı, onu teveccühleriyle, içinde bulunduğu makamdan geçirirler ve idam edilmezdi. [Yani idam olmaya sebep olan, yanlış anlaşılan o sözleri söylemezdi.] (S. Ebediyye)
Şair diyor ki:
Bak Mansur’un işine, neler geldi başına,
Düşen nasıl kurtulur “Enel Hak” ateşine?
Ve iman kemaline ermezse, yani sen özünü bulup kendini bilmezsen,
ilim sana fayda vermez .kendini bilince, nefsini bilen rabbini bilir
kurali geregi, yani sülb sülb icinde, sülb sülb icinde geldik, bugüne
kadar. hepimiz ademin sübündeydik o havvaya vaaz (döl verince) havvaya
gecdik. ordan, habilse, habil, şit ise şitde yolculuk ettik. ve böyle
böyle sülb icinde sülbde yolculuk ettik. ve en son babamiza ondanda
annemize vaaz olduk (gectik)ve sonra ana rahminde var olma serüveni ve
dünyada dogma . öyleyse babasini bilmeyen rabbini bilmez, yine annesini
bilmeyen rabbini bilmez. biz ondan geldik demek, ne demekdir hicmi
düşünmezsiniz. mesela ben babamdan anmeme annemdende dünyaya geldim. o
zaman kimden gelmiş oldum kime gidecekmişim anladinizmi!!!!! anlamayan
(BibBiiiiiib Kafa) varsa birdaha anlatan. sonra babama varinca, babamda bir başka
sülb icinde, önce dedem sonra ninem, yine ordanda ötede ordanda ötede,
sülb sülb icnde ve dedem Hz.Ali ve ninem Hz Fatimaya vardim. yani
ondandan önce ceddim Muhammede, ve yine ondanda ondanda öte, hz ismail
ve hz ibrahim ve hacer sülbü,....
yani kimden geldik kime gidecegiz anladinizmi ve en sonda Hz.Adem
ve ondanda "ve nefahte ruhehu" kurali geregi, O na, ruhu üfleyen
rabbimze dönecegiz . ve "Allaha itaat edin sonra peygambere sonra anne
babaniza " demek bu kadar mühimdir ve cennetin annelerin ayaginin
altinda olmasi ne demek anladinizmi şimdi. Anne babasina dönecek
oldugunu bilmeyen rabbine nasil dönecegini hic hic bilmez.
ve vücut vücut icinde, vücut vücut icinde, ve vahdeti vücut demek
senin onun icinde oldugun vücut demekdir. ve tartikatta seyri sülük,
işde o vahdeti vücudu bulma, ve ondan öte fena firrasule ulaşma, ve
ondan da öte, fena fillaha varma demekdir.
ve bunun kevni manasi, kainatin balonun şişmesi gibi acilmasi, ve
bir evren bir evrenin icinde, bir sistem bir diger sistemin icinde, ve
en dişda adem atamiz, ve acildikca aciliyor, şişdikce şişiyor, ve en
icdeki, en dişdakini daha dişari itiyor, ve en icte en sonda dogan
cocugun yildizi. ve her dogan, bir üst sistemin tamda göbeginde, icinde
doguyor, yani anna rahminde meydana geliyor
ve anne göbeginde karninda en ortada gelişip büyüyor velhasil kelam.
ve hal böyle olunca güneşimiz ve dünyamiz merkez demekmiş yani.
ve Kabe bütün kainatin orta noktasi ve onun üstüne cikinca en üst
semada kabe kavseyn var Hz. Muhammedin nurunun ilk halkoldugu yer ve
her sistemin yildizi o sistemin kalbi ve nuru olan peygamberinin kalbi,
yani her atomun kalbi ortadaki proton ve neutron yani bir erkek bir dişi
yani bir yumurta ve bir sperma yani peygamber ve hanimlari cocucklari
elektronlari ve Muhammedin bizim yildizimizin güneşimizin sadece
haticeden ve birde mariadan cocugu olmuşdur deniyor o zaman hatice demek
hayat enerjisi olan dünya yani güneşin cocuk veren eşi diger eşlerinden
cocugu yok.
ibrahim yildizinin iki tane dünyasi var yani iki tane yaşam olan
gezegen yani hacer ve sare yani üst katlarda yer alan icinde oldugmuz
bir sülb olan ibrahim sistemi ve onunda icinde ismail ve ismailin icinde
muhammed yer alir ondan başka yildiz yok ismail sisteminin icinde (yani
bundan kasdimiz samanyolu ve samanyolunu evirip ceviren yildiz demek)
ve onun yaninda ishak sistemi ve onunda icinde israil ve yakub sistemi
ve onuda icinde yusuf ,....
ve kabe daminda ezan okunan ev ,ve namaz icin ona dönülen ev, her
cocuk dogunca evren birdaha aciliyor amma, onunda yönelmesi gereken yer
kabeye dogru olup, namaz icin döndügünde, demek olurki merkez kac
kuvvetine bagli, yani bütün peygamberlerin merkezi muhammed. ve
elektronlar cekirdege bagli kaldiklari sürece o atomdan bir parca
olurlar, ve her ne kadar etrafinda dönselerde onlar istikametlerini,
yönlerini atoma dogru tutarlarki, atoma bagli kalabilsinler. ve her
dogan islam fitrati üzerine dogar yani Muhammede bagli olarak dogar,
sonra musa dinine sahipse, musa sistemine bagli. isa ise isa sistmine
bagli bir yildiz olurlar. va kabenin daminda ezan okunmasi demek günde
beş vakit yildizimiza ayar cekme zamani demek, ve Muhammed ile irtibat
kurma zamani demek, ve bizler muhammede irtibat kurmak zorundayiz.
Muhammed ise mirac eden peygamber, o ise kabe kavseyne irtibat kuran
peygamer. onunki dikey irtibat, bizlerinki yatay irtibat. yani
muhammedin bir üstü ismail, yani onun dikey irtibati, ismail yildizina,
ismail yildizi, ibrahime dikey olarak. yani balon acilmasi gibi bir
üste, o sistmein peygamberi dikey olarak mirac ile baglanir. ashabi ve
ümmeti peygamberine yatay baglantidadir. ve bizlerde annemize ve
babamiza dikey baglantidayiz kardeş ve akrablarimiza yatay
baglantidayiz.
Hepimizin bildigi gibi bizler beşer ve şaşariz yani hepimizin
ufak tefek hatalari vardir.ve bunlar hatta muhtedin olcaklar icin yani
şu an başka dine mensup olupd, daha sonra islama ihtida edecek, girecek
ve iman edecek olanlar icin, gecmişde yaptiklari bütün hatalari silinip
temiz bir sayfa verilcekdir. nitekim Allah gafururrahimdir , yukardaki
ayette bu bize beyan edilmişdir. bunlarin örnekleri hz ömer ile başlar,
kizini öldüren topraga gömen birisni, bu iman cevheri, öyle temiz ve saf
altin halaine cevirmişki, Adalet denilince onun ismi akla gelir olmuş,
halbuki kendi evladini öldürmüş birisi iman etmeden daha önce.
Katili, En büyük Adeletli bir hakim haline getire, bu iman cevheri ne olaki acaba?..
Yine Hz Halid Bin Velid Peygamberi öyle kuşatmişki uhudda mübarek
dişlerinin şehit edilmesine sebeb olmuş. fakat iman ettikten sonra
bükülmez kilic, "Seyfullah" Allahin kiliclarindan bir kilic, lakabini
alacak derecede, saf altin makamina ulaşmiş.
ve kendi agzindan demişdir imandan ve islamdan önce cok kötü amel
edip peygambere zarar verdim, imandan sonrada imanli kimslerden yana
olup kafirlerin en azilisini öldürdüm demişdir.
büyük bir günahini, büyük bir sevap silgisiyle silen kumandan.
yani Allah ona, Seyfullah dediyse seyfullahdir. yani iman etmeden
öncede, imandan sonrda hicbir harbinde yenilgi almamiş, yani kilici
bükülmemiş, ve vefat ederkende kilicini yere saplamiş ve kilicina
dayanir vaziyette hakka dogru yürüyüvermişdir. yani bükülmez egrilmez
islam kilici olmuşdur. onu bu seviyeye ulaştiran nedir o zaman? iman
desek, imandan öncede hep muzaffer olmuş, o zaman ona bu seyfullah
makami neden dolayi ulaşdi?
Yine Hz.Vahşi iman etmezden evve, peygamberin Amcasi Hz. Hamzayi
şehid etdi. fakat o, onun cazibesine kapildi ve, yani muhamedin
cazibesine, ve geldi iman etti, ve ashabin en alt derecesi olsada, en
büyük evliyanin omuzlarina basacak kadar yüksek makam olan, ashabi güzin
oldu.
yani timsah ve gergedanlarin babasi oldu.
Öyleyse bu iman nedirki! nasil oluyorda taşi topragi tenekeyi demiri, en degersiz sanilan bir şeyi saf Altina ceviriyor.
işde o iman denen cevher Rabbimizin her yarattiginin icine
sakladigi öz denen asil benligi bulup onun marifetlerini ortaya
cikarmaya denilir. yani mesela üzümü yaratan Rabbimiz üzümün özüne bir
yol cizmiş, ve üzüm, o öz denen yoldan hakka vasil olur. ve o yol,
üzümün en saf halinde verdigi faydlari, yani üzümün yendiginde, insan
bedenine girdiginde, onun özünü, kainattaki askerler, yani vücut
ikliminin askerleri, hangi hizmette bulunduruyorlar ise, işde onun en
saf hali, o yoldan dolayi vücüt tarafindan istenir, ve gel! gel! bana
dogru gelde, ben seni yiyeyim, ve hakkin nazargahi olan, insan bedeninde
yani, kainati alemin haritasinda, seni hakka vasil edeyim demekdir.
yani üzümde gizli olan potasyum ve demir ve şeker ve enzimler
vitaminler, onun hangi hüner ve marifetlere sahip oldugunu gösterir, ve o
hünerleri, insan bedeninde nasil bir hizmte mensup olarak halkolduysa,
işde onun cibilliyatini taşiyan bir insanda dünyada, o ahlak üzeri
hareket ederse, özünü hakka baglamiş olur velhasil kelam.
ve o üzümün en saf hali, vücutta hakka vasil olmasi demek,
vücutta kalp hakkin nazargahidir. ve onun kan yoluyla kalbine varmasi ve
rabbimizin ona nazar edip, hadi git bu kulumun namaz kilarken koluna
derman ol, yahut dilinde subhanallah ol ,vahyine uyup görev, mahalline
gitmes, ve ondan cikacak enerji haline gelmesi, ve o enerji şayet bir
ibadet ise, o enerji artik, bitmeyen tükenmeyen cennete ulaşdi demekdir ,
yani ölmeyen enerji oldu demekdir.
yine söverken kullandigi sövmesi veya döverken kullandigi
elindeki enerji ise yahut zina ederken gözünün bakmasi ,bilmem
neresinin,... oldu ise yine onu cehenneme götüren enerji oldu demekdir.
artik onun bu enerjisi bir daha degiştirmeyecegi vaziyette enerji
kazanmiş ve dananin kiyma olup sucuk oldugu gibi, artik sucugu geri dana
yapamazsin amma, o dananin etini yersen, belkide sen kendin o dana
olursun. yine üzüm yersen üzüm biber yersen biber. ve insanin degişik
egilimler göstermesi işde bir cevre alakasi, birde yedigi ictigi
sebebiyledir.ve özüm hakka dogru demek, işde vahdeti vücut olan bedende,
sen hangi göreve sahipsin, yani dünyada ne amel ediyorsun, hayir amelmi
şer amelmi.bir üzüm bizim bedenimizde hizmet ediyor, biz insan olarak
bir başka bedenin icinde hizmet halindeyiz yani vahdeti vücut olanin
bedeninde. üzümün hakki bulmasi kalbe ulaşmasi demek. bizim hakki
bulmamiz ise namaz ile oruc ile hac ile,..yani vahdeti vücutta ne amel
ettigin dünyada ne ile meşgul odugundan anlaşilir.
ve senin kalbine, falan fakire yardim et, filan hayvana su ver,
falan cocugu giydir diye bir ilham geldiyse, anlaki sen kalbe vardin, ve
rabbim, senin o anki görevini vahyetti, şayet sen uyuşukluk göstermeden
gittin o görevi ihya ettin, rabbimizin muradina uygun hareket etmiş
olursun. ve vahdeti vücuttan tuvalet olup cikmak yerine, hayirli bir kol
hareketi,... veya dilde hayirli bir kelam oldun demekdir.
Ve iman kemaline ermezse, yani sen özünü bulup kendini bilmezsen,
ilim sana fayda vermez .kendini bilince, nefsini bilen rabbini bilir
kurali geregi, yani sülb sülb icinde, sülb sülb icinde geldik, bugüne
kadar. hepimiz ademin sübündeydik o havvaya vaaz (döl verince) havvaya
gecdik. ordan, habilse, habil, şit ise şitde yolculuk ettik. ve böyle
böyle sülb icinde sülbde yolculuk ettik. ve en son babamiza ondanda
annemize vaaz olduk (gectik)ve sonra ana rahminde var olma serüveni ve
dünyada dogma . öyleyse babasini bilmeyen rabbini bilmez, yine annesini
bilmeyen rabbini bilmez. biz ondan geldik demek, ne demekdir hicmi
düşünmezsiniz. mesela ben babamdan anmeme annemdende dünyaya geldim. o
zaman kimden gelmiş oldum kime gidecekmişim anladinizmi!!!!! anlamayan
(BibBiiiiiib Kafa) varsa birdaha anlatan. sonra babama varinca, babamda bir başka
sülb icinde, önce dedem sonra ninem, yine ordanda ötede ordanda ötede,
sülb sülb icnde ve dedem Hz.Ali ve ninem Hz Fatimaya vardim. yani
ondandan önce ceddim Muhammede, ve yine ondanda ondanda öte, hz ismail
ve hz ibrahim ve hacer sülbü,....
yani kimden geldik kime gidecegiz anladinizmi ve en sonda Hz.Adem
ve ondanda "ve nefahte ruhehu" kurali geregi, O na, ruhu üfleyen
rabbimze dönecegiz . ve "Allaha itaat edin sonra peygambere sonra anne
babaniza " demek bu kadar mühimdir ve cennetin annelerin ayaginin
altinda olmasi ne demek anladinizmi şimdi. Anne babasina dönecek
oldugunu bilmeyen rabbine nasil dönecegini hic hic bilmez.
ve vücut vücut icinde, vücut vücut icinde, ve vahdeti vücut demek
senin onun icinde oldugun vücut demekdir. ve tartikatta seyri sülük,
işde o vahdeti vücudu bulma, ve ondan öte fena firrasule ulaşma, ve
ondan da öte, fena fillaha varma demekdir.
ve bunun kevni manasi, kainatin balonun şişmesi gibi acilmasi, ve
bir evren bir evrenin icinde, bir sistem bir diger sistemin icinde, ve
en dişda adem atamiz, ve acildikca aciliyor, şişdikce şişiyor, ve en
icdeki, en dişdakini daha dişari itiyor, ve en icte en sonda dogan
cocugun yildizi. ve her dogan, bir üst sistemin tamda göbeginde, icinde
doguyor, yani anna rahminde meydana geliyor
ve anne göbeginde karninda en ortada gelişip büyüyor velhasil kelam.
ve hal böyle olunca güneşimiz ve dünyamiz merkez demekmiş yani.
ve Kabe bütün kainatin orta noktasi ve onun üstüne cikinca en üst
semada kabe kavseyn var Hz. Muhammedin nurunun ilk halkoldugu yer ve
her sistemin yildizi o sistemin kalbi ve nuru olan peygamberinin kalbi,
yani her atomun kalbi ortadaki proton ve neutron yani bir erkek bir dişi
yani bir yumurta ve bir sperma yani peygamber ve hanimlari cocucklari
elektronlari ve Muhammedin bizim yildizimizin güneşimizin sadece
haticeden ve birde mariadan cocugu olmuşdur deniyor o zaman hatice demek
hayat enerjisi olan dünya yani güneşin cocuk veren eşi diger eşlerinden
cocugu yok.
ibrahim yildizinin iki tane dünyasi var yani iki tane yaşam olan
gezegen yani hacer ve sare yani üst katlarda yer alan icinde oldugmuz
bir sülb olan ibrahim sistemi ve onunda icinde ismail ve ismailin icinde
muhammed yer alir ondan başka yildiz yok ismail sisteminin icinde (yani
bundan kasdimiz samanyolu ve samanyolunu evirip ceviren yildiz demek)
ve onun yaninda ishak sistemi ve onunda icinde israil ve yakub sistemi
ve onuda icinde yusuf ,....
ve kabe daminda ezan okunan ev ,ve namaz icin ona dönülen ev, her
cocuk dogunca evren birdaha aciliyor amma, onunda yönelmesi gereken yer
kabeye dogru olup, namaz icin döndügünde, demek olurki merkez kac
kuvvetine bagli, yani bütün peygamberlerin merkezi muhammed. ve
elektronlar cekirdege bagli kaldiklari sürece o atomdan bir parca
olurlar, ve her ne kadar etrafinda dönselerde onlar istikametlerini,
yönlerini atoma dogru tutarlarki, atoma bagli kalabilsinler. ve her
dogan islam fitrati üzerine dogar yani Muhammede bagli olarak dogar,
sonra musa dinine sahipse, musa sistemine bagli. isa ise isa sistmine
bagli bir yildiz olurlar. va kabenin daminda ezan okunmasi demek günde
beş vakit yildizimiza ayar cekme zamani demek, ve Muhammed ile irtibat
kurma zamani demek, ve bizler muhammede irtibat kurmak zorundayiz.
Muhammed ise mirac eden peygamber, o ise kabe kavseyne irtibat kuran
peygamer. onunki dikey irtibat, bizlerinki yatay irtibat. yani
muhammedin bir üstü ismail, yani onun dikey irtibati, ismail yildizina,
ismail yildizi, ibrahime dikey olarak. yani balon acilmasi gibi bir
üste, o sistmein peygamberi dikey olarak mirac ile baglanir. ashabi ve
ümmeti peygamberine yatay baglantidadir. ve bizlerde annemize ve
babamiza dikey baglantidayiz kardeş ve akrablarimiza yatay
baglantidayiz.
ve ezan okunurken müezzin eşhedü enne Muhammeden Rasulullah
deyince iki elin baş parmaginin tirnaklarini öpüp gözlerine sürmek ve "
gözümün nuru nuru cemalinle müşerref olsun ya rasulallah" demek
müstehabdir. yani bizim sistmimizin krokisi gözlerimizde saklidir ve
bizler insaniz ve insanlarin iki gözü ve iki cihanin güneşi muhammed
yani sag ve sol göz ve semanin yani sistemimizin krokisi senin gözünde
benimki benimkinde onunki onunkinde sakli.
Rabbim inanan kullarina özünü bulmayi nasip etsin, özünü
bulanlari muhammede sevketsin, Muhammedi bulanlari da, Muhammedin
Rabbine iltica etsin, ve muhammedi bulani, muhammedin bedeni taaa kabe
kavseyne taşiyacakdir, kabe kavseyne varanlari ismail efendimiz ibrahime
götürcekdir, kendi bedeninde. ve ondanda üste ondan üste taa sidretül
müntehaya kadar ve ordan refiki alaya ve aalayi illiyuna ilhak eylesin.
iste gecen hafta müjdelerden bahsetmisdik müjde ve müjdeleyenden bahsetmisdik iste bu hafta yeni bir aciklama daha getirecegiz bu konuya iste isa aleyhisselamin vücutlarinda helal olmayan bir yer ve hücre mevcut degildi bu ne demek yani kendisi mütayyeb bir zati peygamberdi selam annesinin ve kendisinin üzerine olsun iste israil ogullari onu carmiha germek istediklerinde kendisi aynen melekler gibi mütayyeb bir vaziyetteydi yani bütün hücrelerine varinca helal lokma dan meydana gelmis vaziyetdeydi iste bu ne demektir bir insan vahdeti vücud mertebesine cikinca iste vücudu helal ve haram lokmalardan olusuyorsa yani daha dogrusu haram demesekde yani bazi bölgelerin meydana gelisinde günahlar karismissa iste onun vucudu bütün dünyayi icine alirki iste islah olmamis kisiler kafirler müschrikler ve müslümanlar iste o zati aladaki hücrelerin olusumuda bununla alakalidir iste günah karsimis hücreler onun zamaninin kafirlerini ve müschriklerini fasiklarini olusturur amma helal lokmalardan ve zikir fikirle olusmus hücrelerde iste onun zamaninin müslümanlarini ve islah olmuslarini olusturur.
iste isa aleayhisselam carmiha gerilecegi sirada ona hulle giydirildi ve hali öyleydiki her hücresi(Baş (BibBiiiiiib Amca1) ve mütayyebdi yani temiz hücrelerden olusmakdaydi oysaki onun ilk geldigi zamanindaki insanlardan ise sadece onikisi müslümandi birde annesi bu nasil bir tezatdiki o hulle ile dünyada bulunsun iste hullesi ile birlikte cenabi mevla onu göge kaldirdi ve zaman öyle ilerlediki artik iste o hulle bize giydirildi ve bizdeki hali ise biz günde iki üc tane energy drink enerji icecegi icer olduk yani gecici bir uyanis hali ve sonra tekrar uyusukluk eden hücrelerle calisiyoruz yani bizim hullemizin henüz her tarafi(Baş (BibBiiiiiib Amca1)ve mütayyeb degil amma gayretimiz her hücrenin islamla sereflenmesi icin gayret ve cihad halindeyiz.
Maiyet Nedir? Allahla beraber olmak nedir?
" innallahe meana nedir"
ve dananin kuyrugunun koptugu yer yine ve peki, Allah, Hz Hüseyin şehid edilirken onunla degilmiydiki, o şehid düşdü demek gerekmezmiki, yahut o an Hz Hüseyinmi Allah ile bereber degildide şehid düşdü, yine Hz isa ayni, yine yahya zekeriya ayni.
Raziye ve Marziye ve "Meana , Meahu" Vahdeti Vücut ikliminde aciklarsak son zamandaki yecüc mecuc heryeri ele gecircek ve en son gögede ok atacaklar, ve ok kanli döncek, ve onuda Haşa "Tanriyi" da öldürdük diyecekler diye rivayet ulaşmiş muhammedden bize, ve vahdeti vücut ile aciklarsak, o kan gelen ok yani füze atacaklar, amma onun kanli olmasi dünyada vahdeti vücut makamina ulaşmiş "birler" denilen Allaha mukarreb kullar vardir. ve onlarin bedeni kainati temsil eder, ve onlarin attigi o füze, onlarin sadece birinde belki, bir sivilce olarak patlamasidir. ve cildini delip kanli sivilce olmasidir yani, yoksa Allahi falan öldürcek bir gücleri yokdur yani, o akilllari dumura ugramiş yaratiklarin geri zekaliligi yani ve hal böyle olunca ve Allah insani halife yaratmiş ve kutsi bir hadisde buyururki:
" Yere göge sigmadim mümin kulumun kalbine sigdim"
yani hal böyle olunca Allah ile maiyet, Allah onun kalbinde ona mukarreb olunca, ve ona ilham ettigindedir, ve fakat yine, bir bedenin görevi bittiyse ondan marifet cikmaycaksa artik, ve o vahdeti vücut mesabesindede olsa, onun bedeni olan kainat, yani hani uzay gemilerinde tehlikeli bir durum olunca, diger insanlara ve yerlere zarar vermemesi icin, gemi geri sayima gecer, ve selbe infilak yani, kendi kendini yok etme prosedürü başlar, yani işde Hz Hüseyin ve isa gibi o beden eger yok edilip yeni gemiye yani bir kainat gemisine gecicek ise, o ruh icin işde, o zaman Allah o bedeni terkeder, ve artik onun ile beraber degildir, maiyet biter. ve o gemininyani beden gemisinin zalimlerce yok edilmesi, ne Allah a nede o insana zarar vermez, cünkü dedikki, nuh tufani bizler neptünde yaşarken oldu, ve orayi su basdi. ve nuh bir gemi ile ordan bir yakin göge alindi, yani yani gezegene cünkü su hangi gezegeni basmiş, görülüp durur degilmi, neptün ve su gezegeni, yani su basan gezegen yani mevsimde öyle bir oynama varki, artik bir daha yaşam olmaycak derecede, yani ve ve o gemi infilak etmemiş, amma terkedilmiş, ve insanlik kurtlarilmiş, bir yakin göge alinmişlar. ve böyle olunca ibrahim ateşe atilan peygamber, atilmmişmi evet atilmiş, yani ibrahimi manciniga koymuş atmiş nemrut, fakat yani işde güneşin icine gircek kadar yakin giden gökde, o zaman nemrut taniliga kalikcave güneşe dogru giden merkür e dur dön diyemeyince, ibrahim ümmeti yani kim o merkür, ve o da öyle olunca oda ordan alinip, bu sefer venüs mars yani, mars ve zekeriya yahya, büyük bedenleri, yani yine şehit olanlar, ve hayat marsda iken infilak eden beden, ve allah onun soyunu zekeriya ve yahyanin yetiştirdigi yegeni ve kuzeni ve meryem ve isa venüsde olan insanlik, ve isada yani büyük beden isada infilak etdi, o infilak ederken allah nerde, niye maiyet etmedi degil, ve insan icin Allah buyuruyor:
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
İnnâ aradnâl emânete alâs semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehâl insânu, innehu kâne zalûmen cehûlâ.
Sadakallahul Aziym AHZAB Suresi 72. ayet
Meali:
Muhakkak ki biz o Emaneti (Halifeligi yeryüzündedeki Allahligi), semâlara , arza ve dağlara önerdik de, onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular! Onu, İnsan (hilâfeti oluşturan Esmâ mânâlarını açığa çıkarma şuurunu insana yükledik ve onu halifeyi ruyu zemin tayin ettik yani yeryüzünde Allahlik verdik) ! Muhakkak ki o bunu anlamakda ve kullanmakda zâlim (hakikatini hakkıyla yaşamakta yetersiz) ve cahil cikdi malesef.
Sadakallahul Aziym AHZAB Suresi 72. ayet
ve halife olan kimse işde Vahdeti vücüt makamina cikarilmiş: (birler,ücler, beşler, yediler, KIRKLARDAN) "birler" denen kimselerin makamina yükseltilmiş olan kimseler. ve o bir makam, ve o makamda olan kimsede, Allah onun ile yürür, onunla duyar, onunla görür ve "Enel Hak" da onun en son hali, ve o benin demek, yani o benin diyen zaten, şah damarimizdan yakin olan ondaki Allahdir, ve onun o gemiyi idare ettigi yer kalbdir, yani o et kalp degil, nurani kalpdir.ve o Hüseyin efendimizin şehid edilmesi, artik allah onunla beraber degildir, ve o gemiyi teketmişdir, ya o ruh yani Hz Hüseyin yani nuh nebi gibi, neptünden başkla yildiza alincakdir, yahut başka bir beden olarak, Hz isa ve Mehdi gibi yeniden dogacakdir, yine bununda versiyonlari var yani. aynen mehdinin gelecekdn gidip isayi dogurtmasi, onun gelecekdeki mehdi olarak varligini sürdürmesi gibidir. ve kuranda mehdi diye, ve mesih diye tek sadece isaya atfedilir, o zaman mehdi ve isa ayni kimse, ve onun gecmişdeki versiyonu ile gelecekdeki versiyonu bir araya gelince, işde o mehdiye tabi olcak olan isa, ve baba ogul işde onlar. babasida gelecekde olan, ve oglu gecmişde olan, bir sistem ve ausser gewöhnliche bir durum, yani özel bir yapi, duruma özel bir yapidalar. onlar ve öyle olunca onlarin gemisi taşinmamiş, demek olurdu, amma taşinmiş, isayi biz yükselttik diyor kuranda cenabi mevla, yani bir başka göge alinmiş oda, kurtarilmiş, ve en son muhammed ve en en son mehdi, ve dünya ve zamanin sahibi olan, vahdeti vücut makamindaki kimse. o da ayni sistem ile infilak etcek olunca, oda gelecekden gecmişe alincak olan, o deccalin kesmeye kalkma hadisesi, ve onun bedenide tehlikeye girince, insanin zalimligi ve Allahligi bilmemesi olunca, ve deccalin Allahliga zorla ortak olma istegi sonucu, ve mehdi: isa olarak gecmişden gelip mehdiyi kurtarcak olan. yani yumurtami tavukdan, tavukmu yumurtadan formulü ile kurtarilanlar, baba ogul, isa ve mehdi olcakdir.
ve vahdeti vücutlukdan sonra GAVS LIK makami gelirki, GAVS demek ise, hani bugday bitkisnin icinde, bugday olmayan bazi sadece kilcik ve kabuk olan lar vardir, ici boş yani gaviz bugday, yani GAVIZLIK demk işde, ici olmayan sistem yani hava gezegeni, kim o yani, uranüs gibi sadece gaz hava. civa ve civa isa pluton yani denizlerin dibine cökecek KADAR AGIR VE CIVANIN KÜCÜCÜGÜ KULLE GIBI AGIRDIR. VE PLUTO AGIR VE MUSA GEZEGENI. YANI PLUTO musa ümmeti ile ordan alindi ve firavun ve sistemi cökünce pluton ve civa oldu. agir ve ice cöken yildiz sistemi cüce gezegen yani akrep burcu, ve akrep burcunun iki gezegeni var, yani plutodan marsa gecmiş onlarda, yani zekeriya ve uydusu, kücük bir kaya,yani yahya. ve yani gavslik demek ici boşaltilmiş alinmiş sistem yani, artik onda Allahdan başka birşey yokdur, amma onun bedeni ele gecsede ici boş, delince icinde bugday yok, GAVIZ GAVIZ bir işe yaramaz onu ele gecirmek. yani kafirlere karşi alinmiş bir tedbirdir bu da. ve insanogluna kainati yönetme hikmeti, ve emanet(halifelik, yerde yani dünyada, Allahin görevlerini yapan, Allahin tecelli ettigi, bir nevi sifatlarini ve isimlerini tecelli ettirdigi insan olan Allahlik) verildi yani, cüz i Allahlik veya yani halifeyi ruyu zemin veya enel hak makami, amma "insan cahil ve zalim cikdi da bunun kiymetini bilemedi" de böylece tefsir edilmiş oldu vesselam.
Rabbim, Fitneyi Deccaldan, mehdi ve askerlerini muaf eylesin. ve bunun (Vahdeti vücud ve halife i ruyu zeminlik makaminin) kiymetini bilemeyecek cahiller gibi, cahillik edip bu makama zorla oturmak istegindende onlari uzak eylesin.
unutulan besmele. Allah hic unuturmu? hayir Allah unutmaz, amma insan unutur. ve insanin unuttugunun delili ve sonucu, bu hadis ile sabittir. ve unutmak demek ise, Tarik Yildizinin göreve girmesi demek, ve unutanlar icin Tarik yildizi görevde, ve o onlari geri döndürmek ile görevli, yani kainatin bir ucundan sürüyü geri kovalayip gelen, bir coban köpegi gibi, sonbaharda gözükmeye başlar, ve 21 Araliga kadar görülür, ondan sonra yavaş yavaş seyrelir görünmesi ve bahar gelince görünmez olur, amma diger kutuba gecmişdir, artik orda görünmeye başlar. yani armut mevsimi, ve armut bir bizde erer, birde diger kutupda erer yenilir. ve böyle olunca Tarik yildizi sürüyü bir kuzeyden kovalar gelir, birde güneyden geri kovalar, yani onun carki öyleki kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, yani dünyaya vertikal. peki horizontal kimdir bu geri döndüren, yani dogudan ve batidan geri döndürten, o ise bir başka yildiz, ve sirius ve köpek yildizi, yani büyük köpek veya koca köpek ve kücük köpek. yani süleyman ve Davud ve birde karinca. Karinca Vadisi MISIR' DADIR yani, misirda karinca yani, yusuf kissasi ve La Fontaine nin Ağustos Böceği ile Karınca masali ve yusuf kissasi ve bollukda saklayip darlikda yiyen hayvan, karinca ve Hz yusuf, ve yani yusuf yildizi ve süleyman yildizida geri döndürenlermiş. yani Ashabi kehfin köpegi KITMiR, ashabi kehfin yeniden uyanmalarini sagladi, o uyumayip onlari bekliyen asker, o onlari uyandirdi, geri döndürdü. ve süleyman ise, sirius iki güneşli sistem, kücük güneş ve büyük güneş, baba ogul: davud ve süleyman, yani iki köpek yildizi denilen küme (Gercek Kopernikus) ve besmele manevi temizlik icin ve mikroplara ve şeytanlara karşi, eger yediklerinde besmele ve dua yapmazsan, onlar şeytan ve cocuklarina yem oluyor, amma besmele cekersen temizler ve müslümanlar icin yem ve yicek RIZIK oluyor, icindeki müminlere yem oluyor. ve ve hal böyle olunca, o ölen Mustafa Koc amca, boşuna mide kelepcesi takdirmiş, halbuki besmele veya duali yemeyi icmeyi biraksa, onlar vücudunda yararli olmaycak ve afedesiniz bok olup mikroplara yem olcak, ve şeytan askerlerine yem olcak, ve böylece o adam şişmanlikdan kurtulcakdi, bize danişsaydi biz SALIK verirdik zayiflayasiya kadar besmelesiz ye ic derdik. Haşa "Allahi kitabi terket" degil amma, belli sinira kadar buna devam et derdik, bunu yine bir halka, gibi sen niye yapmiyon, kelin ilaci olsa başina sürerdi misali ile dedigimiz halkayi cukkayi önce sen giyde bakalim diye, bize giydirmek isteyen dangillar cikacakdir. biz vahdeti vücüt tecelliyatinda oldugumuzdan, bizde bu başka tezehür ediyor, bizde de ayni durum fakat, biz zamanin sahibi olma konumunda oldugumuzdan, biz yemeyince, icmeyince( yani (besmelesiz yiyince) icimizdeki bütün melekleri kainatimizdaki melekleri veya dünyadaki müminleri zor durumda birakmiş oluruz, hani ne olur sonucda bizi görevden aliverirler, başkasi göreve gecebilir, o vahdeti vücut iklimine sonucda amma, yani biz konum itibari ile iki tarafida gözetmek drumundayiz yani, iyileride kötüleride, beyazida siyahida korumak durumundayiz, bu makama cikmayan, bunu bilemez, ve bunu yapmasida lazim degildir . oyüzden işde sizler şişman iseniz, belli bir süre geri döndüren göküde( 'Bismillâhi fî evvelihî ve âhirihî' desin." ) kullanmadan sonradanda besmele cekmeden yiyinki, yediginiz vücuda yaramaz olur, def i hacet olur cikar, ve bu peygamberin hadisleri ile
Câbir radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim dedi:
“Kişi evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan adamlarına, “Burada ne geceleyebilir ne de yemek yiyebilirsiniz” der. Eğer o kimse eve girerken besmele çekmezse, şeytan adamlarına, “Geceyi geçirecek bir yer buldunuz” der. O şahıs yemek yerken besmele çekmezse, şeytan kendi adamlarına, “Hem barınacak yer hem de yiyecek yemek buldunuz” der.
(Müslim, Eşribe 103. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Et`ime 15; İbni Mâce, Duâ 19.)
annesi bir mundar necis cibilliyatinda
olan, ve fakat bu gün faydali hayvanlar ahlakina yükselmiş, muhtedin
olan bir mehdi cemaati, nasil seyri sülükde annesine dönecek demişdik.
işde Zamanin sahibi bir peygamber ise, o peygamberin bedenine vahdeti
vücud denilir. peygamber yok ise onun ashabindan, yani arkadaşlarindan
geri kalan, en yüksek makamli kimse, vahedit vücut görevini alir. yine
ashabda bittiyse ondan ve ondan sonrakilerden en gökcek ahlakli kimse,
yani o peygamberin sünnetine, en cok tabi olan kimse, vahdeti vücud
olur. ve zamanin sahibi şimdi Mehdi hazretleri oldugundan, bugünün
vahdeti vücudu Mehdinin bedenlerdir. ve eeli muhammed demek muhammedin
bedeninin parcalari demek . yine mehdi cemeatide böyledir, onun
bedeninin parcalari demek olur. ve eger bir muhtedin yani, önce
hiristiyan mecusu yahut yahudi iken müslüman olan, ihtida eden bir
imanli mehdi cemaati, seyri sülük edince geri yolculuk edince ilk
ciktigi ve vardigi vahdeti vücut bir üst beden ve yildiz sistemi, mehdi
sistemi olur. mehdide onlari daha üst kendi bedenlerine alip götürür ve
ta muihammede, ordanda ibrahim ve ismaile kadar gidilir. yani böyle bir
mühtedin cemeat ,anne babasina degil mundar ve necis ve cehennemlik
bedene degil ,bizathi yol degiştirdigi icin mehdiye dogru yol alir .yani
zamaninin vahtedi vücuduna seyri süluk eder.onu taklid ettikce, onu
sevdikce ona dogru varir. ve onda fani olunca onun bedenindeki yerini
alinca, ondanda öte muhammede varir.ve muhammedin bedeninde olupda, o
gün muhammedi taşladiklarinda, bunlarin sülbünden gelcek iyiler dedigi
yeri bulmuş olurlar.yani atalari kafir fakat, evlatlar iyi ve mümin,
imanli olan kimselerin, muhammeddeki yerleri.
Ben Karoglan Hoca Bu Konuda degisik görüslere yer veriyorum amma bunlarin hicbirisi bizim görüsümüzü anlatmamakdadir bizim vahdeti vücut anlaysimizi karoglanin tasavvuf sohbetlerini vaazlarini okuyan ve dinliyenler anlayabilir yoksa vahdeti vücut bizim anladigmiz ve yasadigimiz tarzda anlasilamaz
Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını verelim. İslâm tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir. Tasavvufî eğitim tevhid merkezli olduğu için ilk devir sûfîlerinden itibâren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. İlk tasavvuf klâsiklerinde genellikle marifet ve tevhid konusu birlikte işlenmiştir. Elinizdeki kitâbın ilk bölümlerinde marifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir. Buradaki ibârelerde ilm-i kelâm ve akâid anlamında tevhid anlayışı kadar, daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat çekmektedir. Vahdet-i vücûd kavram olarak belki İbn Arabîden sonra ortaya çıkmış bir kavramsa da muhtevâsı itibârıyla ilk devirlerden beri bilinmektedir. İlgili bölüme bir nazar atfetmek bu konuda bir fikir verecektir.
Vahdet-i vücûd : Gerçek varlık birdir. O da Hakkın varlığıdır. Ondan başka hakiki vücûd sâhibi bir varlık, Ondan başka kâim bi-nefsihî bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücûdu Onun vücûduna nisbetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları Onun varlığına bağlıdır. Bu kevn âlemindeki eşyâ Onun mazharı; yani zuhûr mahallidir. Dolayısıyla eşyânın varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşyâ olmadan gölge olmazsa, Onun varlığı olmadan eşyânın varlığı düşünülemez. Onun vücûdu yanında eşyânın varlığı yok hükmündedir. Vahdet-i vücûd anlayışında birlik bilgi ve düşüncededir. Sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakkın tecellîlerinden ibâret olduğunu bilir. Hakkın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlâllerle elde edilen bir sonuç olmayıp riyâzat ve manevî yükseliş sâyesinde rûhî tecrübe ile elde edilir.
Vahdet-i vücûd, kalbin manevî seyri sırasında meydana gelir. Kaynağı ibâdetin çokluğudur. Mücâhede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeplerle kalbde sevgi ve aşk meydana gelir. Vahdet-i vücûd İbn Arabîye, vahdet-i şühûd ise İmam-ı Rabbânîye izâfe edilen varlık ile ilgili düşüncelerdir. İmam-ı Rabbânî, kendisinden önceki Nakşî meşâyıhının aksine vahdet-i vücûd görüşüne karşı çıkmış, vahdet-i şühûdu savunmuştur. Onun vücûd fikri yerine şühûd görüşünü savunmada haklı bir takım gerekçeleri vardır. Bunların başında devrin sultanı Ekber-Şâhın Hindu, Hristiyanlık, İslam ve Zerdüştlükü birleştirerek yeni bir din ortaya koymaya çalışması ve bu yeni dinde vahdet-i vücûda yakın panteist görüşlerin hâkim olmasıdır. İmam-ı Rabbânî böyle bir vasatta vahdet-i vücûda karşı çıkmış ve daha kolay anlatılıp anlaşılabilecek vahdet-i şühûdu savunmuştur. Bu iki görüş arasındaki başlıca farkları şöyle özetlemek mümkün : Vahdet-i vücûd anlayışına göre eşyâ, Allah Teâlânın isim ve sıfatlarının tecellîleridir, aynı değildir. Vahdet-i vücûdda : Heme Ost ( Herşey Odur) sözü temel iken vahdet-i şühûdda : Heme ez-Ost ( Herşey Ondandır.) anlayışı esastır. Vahdet-i vücûd varlığın bir olduğunu bilmek, Birden başka varlık olmadığına zann ve itikad etmektir. Bu düşünce ilmel-yakîn mertebesidir. Vahdet-i şühûd ise aynel-yakîn makamının gereğidir ve fenâ ile gerçekleşir. İmam-ı Rabbânîye göre vahdet-i vücûda kâil olanların dereceleri vahdet-i şühûda kâil olanlardan daha aşağıdadır.
Said-i Nursî'nin Vahdet-i Vücud'a Bakışı
Vahdet-i Vücud, düşünen ve inanan insanların kafalarını eskiden beri meşgul etmiştir. Neden meşgul etmiştir. Çünkü insan zihni, subje-obje ikilisinden zahir-zamir çatışmasından kurtulup birliğe ve huzura kavuşmak istemiştir. Vahdet-i Vücud ve panteizmin esas meşgul olduğu mesele, Allah'ın âleme, varlıklara ve maddeye nasıl tesir ettiği meselesidir. Dolayısı ile madde ve ruh münasebeti gibi madde-suret, Allah'ın maddeye nasıl suret verdiği meselesinin de cevabını aramaktadır.
Zaten Batı düşüncesinde panteizmin çıkışı da böyle bir ikilikten hareket ediyordu. Mesela 1600 yılında Roma meydanında üçlü tanrı anlayışına karşı çıktığı için diri diri yakılan Jordano Bruno, "Tanrı sonsuz olur, âlem de sonsuz olur. İki ayrı sonsuz olamayacağına göre bu ikisi birdir." gibi bir son çıkartıp Tanrı ile âlemi özdeş kılıyordu. Spinoza, bu fikri daha da sistemleştirdi. Fakat Tanrı'nın kendi koyduğu zarurete tâbi olduğunu söyleyerek hür iradeyi ortadan kaldırdı.
Vahdet-i Vücud terimi ( varlığın birliği) manasına kullanılan hem dinî, hem felsefî bir tabirdir. Burada da Allah ve âlemin münasebeti esas alınmıştır. Allah; tek, müstakil, ebedî bir varlıktır. Âlem ise onun sıfatlarının tecellisinden meydana gelen, geçici ve gölge varlıktır. Birisi sonsuz varlık olan Allah, diğeri sonlu olan kâinat. Sonlu dediğimiz şeyler zamanı mekân ( yer kaplama), hareket, illet ( neden) ve çeşitli varlıklar, yani tabiattır. Sonsuz varlıkta ezelilik, mutlak sebep, mutlak öz ( zat) ve mutlak varlık yani Allah'tır. Panteizme göre tanrısız tabiat ve tabiatsız tanrı olamaz. Bu iki varlık,birbirinden bağımsız olmayıp iki şekilde belirlenmiş olan tek bir varlıktan ibarettir.
İşte panteizmin bu görüşü, ifrata götürülünce maddeyi de tek tanrı olarak görmeye gidiyor. Böylece eşya sevgisi, çokluk ve nedenlere bağlılık, kâinatın vahdetini madde âleminde ve tabiatta görmeye yol açıyor.
Elbette tabiatı, eşyayı, âlemdeki varlıkları geçici kabul edilse de devre dışı bırakmanın isabeti yoktur. Fakat tabiat ve ondaki varlıkları kurtarmak için tanrıyı tabiata indirgemenin de hiçbir isabeti yoktur. Bundan dolayı genel olarak panteizmin, Tanrının şahsiyetini, istiklalini, iradesini ve insanın hür iradesini ortadan kaldırdığı hususunda kanaat vardır. Hatta Fransız filozofu Emilie Boutroux ( öl.1921) Spinoza için "Hür iradenin katili" tabirini kullanır.
Türk filozofu İsmail Fennî ( öl.1946) ise, "Vahdet-i Vücud ve Muhyiddin-i Arabî'" adlı eserin de panteizm ile Vahdet-i Vücud'u karşılaştırarak on iki ayrı noktada Vahdet-i Vücud'un farklı ve üstün olduğunu söyler. Bunların en mühimlerinden birisi, Vahdet-i Vücud anlayışının Allah'ın müstakil şahsiyetine sahip, tabiattan ayrı olarak görmesidir. Diğeri ise Vahdet-i Vücud anlayışının dinî-tasavvufî bir mezhep ( gidilecek yol) olması ve ahiret inancına sahip olmasıdır. Panteizm de bu esaslar yoktur.
Vahdet-i Vücud, varlığın birliğini esas aldığına göre çözümü Allah'ın zatında görmektir. Biz bunlara girmeyeceğiz. Dolayısı ile Vahdet-i Vücud hakkında Üstad Said Nursi ne düşünmektedir? Bunu tespite çalışacağız.
Öncelikle Said Nursî, Vahdet-i Vücud'u, her şeyde Allah'a daimi huzur arayan bir tasavvuf tarikî, tarikatın en mühim meşrebi "bir meşrep ve bir hal, bir nakıs mertebe olarak görüyor. Fakat bu meşrep "zevkli, neşeli" dir. Vahdet-i Vücudçular seyr-ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar. İşte burada Vahdet-i Vücud en ileri, Vahdet-i Şuhûd en ileri mertebedir kavgası başlıyor. Said Nursî burada "Vahdet-i Şuhûdçu"ların tarafını tutuyor. Ve diyor ki "Ulaştıkları mertebeyi en münteha mertebe zannederler. ( Mektubât, 83)
Çünkü : Meselâ İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî için "Kendi mertebelerini en son mertebe zannetmişlerdir" diyordu. Burada Said Nursî çok önemli bir noktaya parmak basıyor; o da "Bu meşrep sahibinin" yani Vahdet-i Vücud yolunda ilerleyen mutasavvıfların "Maddiyattan ve vesaitten ( araçlardan) tecerrüt etmiş ( sıyrılmış) olmasını şart koşuyor. Burada çok mühim bir tabir daha kullanıyor .O kişi esbap perdesini yırtarak ( sebepler perdesinin ötesine geçmiş) bir ruh olmalıdır. "Eğer öyle ise o zaman iştiğrakkârane bir şuhûda mazhar ( kendinden geçercesine bir şahitliğe ermiş) olan kimse, Vahdet-i Vücud'dan değil, belki Vahdet-i Şuhûd'dan neş'et eden ( doğan) ilmi değil hâli bir Vahdet-i Vücud, onun için bir kemal, bir makam temin edebilir." Bu makama ulaşan bir salik, Said Nursî'ye göre "Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. ( Mektubât,
83)
Said Nursî burada, Allah-âlem münasebeti açısından âlemi yahut evreni "Simasında binbir ismin şûalarından tecelli eden ism-i Rahmanın göründüğü" bir yer olarak tasavvur ediyor. Bunun gibi yer yüzünü de "Simasında Rubûbiyet-i Mutlaka-i İlâhiye'nin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahmanın gösterildiği" yer olarak niteliyor. Peki öyleyse insan nedir ve nerededir?
Said Nursî'ye göre insan bir aynadır; "Suret-i Rahman'ı aksettiren bir aynadır." İnsan, zat-ı Vacib'ül Vücud'a delâletleri kat'i, vazıh ve zahir olan bir mazhar ( zuhur yeri)'dir. Bu ayna güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir aynadır."
Onun için "o âyine ( ayna) güneştir." denilmiştir. Bu da "insan da suret-i rahman var" denilmesine yol açmıştır. ( sözler 14)
Said Nursî burada bir ayırım daha yapıyor : Vahdet-i Vücud ehlinin "mutedil-ılımlı" ve müfrit, ( aşırı) kısmı. İşte bu mutedil Vahdet-i Vücud ehli "La mevcuda illa hû" ( ondan başka mevcut yoktur.) der ve bununla üstad Allah-insan münasebetine ayna misal-i kemal ile aynı nokta da işaret edeceğini söylüyor.
İnsan, Allah'ın isimlerinin tecelli yeri, yani mazharıdır. Ama Allah'ın isimleri itibari midir, hakiki midir? Dolayısıyla dış dünyada mevcut olan varlıklar, gerçek midir, hayalî midir, gölge varlıklar mıdır? Bu mesele de ta "Eflatun" öncesinden beri Yunan'da ve bilhassa İslâm dünyasında tartışılagelmiştir. Vahdet-i Vücud ehli eşyayı, varlıkları "hayal derecesine indirir." Hakikatte eşya, birer hayal midir?
İşte burada da Said Nursî, tavrını Vahdet-i Vücudcuların bu görüşü aleyhlerine kullanıyor. Diyor ki :
"Cenab-ı hakkın Vacib'ül vücud ve mevcut ve vahid ve ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayal-î ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinelerinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cabbar, ve Halîk isimleri gibi isimleri ise, tecellileri olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar ( isimler), mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar, aslîdirler, tebai olamazlar. ( Mektubât 84)
Bu sözlerden anlaşıldığına göre Allah'ın isimleri onların mazharı olan ayna, hakikî olamasa bile hakikîdir, isimler mevcut ismi gibi hakikattir, gölge değildir, aslîdir, aslî ve hakiki varlığa tabi olan ikinci dereceden olan şeyler ( tebai) değildir.
Varlıkların gölge ve hayalî olarak görülmesi nereden neşet etmektedir? Üstad bu soruya şöyle cevap veriyor : Bu meşrep "Vacib'ül Vücud'un vücuduna ( varlığına) hasr-ı nazar edip ( nazarını Allah'ta yoğunlaştırıp), sair mevcudatı ( diğer varlıkları) O ( Vücud-u Vacibe) nispeten o kadar zaif ( zayıf) ve gölge görür ki, vücud ( varlık) ismine layık olmadığına hükmedip hayal perdesine sarıp , onları madum ( yok) saymak, tasavvur etmek, yalnız Cilve-i Esma-i İlâhiye'ye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider. ( Mektubât 448 )
Demek ki Üstad, Vahdet-i Vücud ehlinin Allah sevgisini, Onun varlığı üzerine yoğunlaşması neticesinde Allah'ın yarattıklarını hayal ve gölge saymasına karşı çıkmaktadır. Bu onun realist bir bakış açısına sahip olduğunu da gösterir.
Vahdet-i Vücud'a, "Terk-i mâsivâ sırrıyla mümkünâttan alâkasını kesen", "daire-i esbaptan" geçen "ehass-ı havas," ( aydınların en hası), "İstiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrep," olarak bakan Said Nursî, onu aslında maddecilerin ve tabiat perestlerin mesleğine en uzak meşrep olarakta görür. ( Mektubât 449)
Çünkü maddecilerin, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmelerine karşı, Vahdet-i Vücud ehli Allah'ın varlığına iman kuvvetiyle o kadar ehemmiyet veriyor ki bu da mevcudatı inkâra kadar varabiliyor.
Said Nursî'nin kullandığı önemli tabirlerden birisi "Daire-i esbâbı yırtmak" ( sebepler dünyasını aşmak). Sebeplere bağlanıp kalmaktan kurtulan ve dünya da olup bitenleri umursamamak, hadiselerin en gerisindeki en büyük sebebe ulaşabilen kimseler âlemde vahdete ulaşabilen kimselerdir. Bunlar Vahdet-i Vücud'tan bahsedebilirler. Ya "esbâbı" yırtamayanlar bahsederlerse ne olur? Said Nursî'nin cevabı gayet açıktır. "Daire-i esbâbı yırtıp çıkamayan ve tesirinden kurtulamayan bir "ruh" vahdet-i vücud'tan dem vursa, haddini tecavüz etmiş olur. ( Mesnevi Nuriye 256)
Said Nursî, Vahdet-i Vücud ile panteizmi veya maddeciliği Vahdet-i Vücud'tan ayırmaya özen gösteriyor; her ne kadar bazen ikisi için de ayrı tâbiri kullansa da : "daire-i esbâbı yırtanlar"la, yırtamayanlar; maddeye ve tabiata tapanlarla, tapmayanlar; Allah muhabbeti ile masivadan kurtulmak için masivayı "idam edenler"le, tabiatı tapınma mevzuu yapanlar.
Bu ince noktayı birbirinden ayıramayanlar, büyük karışıklığa ( iltibasa) sebebiyet vermekteler. Üstad bundan dolayı iltibasa da dikkat çekmektedir : ona göre "Vahdet-i Vücud medâr-ı iltibas olmuş," "ehl-i hakîkatın medâr-ı ihtilafı olmuş bir acîb meslektir." ( Mektubât 493).
Bu karışıklıktan dolayı Said Nursî, bazı ikâzlarda bulunma ihtiyacını duyuyor. Bu ikâzları şöyle toparlayabiliriz :
1. Bu meşrebi, esbâb içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden onları uzaklaştırmaktır.
2. Bu "Vahdet-i Vücud meselesini şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir :
a- "Hakaîk-i ulvîye, ehl-i gaflet ve esbâb içine dalan avamlara girerse, tabiat telâkkî edilir."
b-Avama girer ise hususen maddeci fikirleriyle dopdolu kafalara girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına ulûhiyeti inkâr yoluna gider. ( Lem'alar 272).
c-Mâsivâyı inkâr ile ikiliği ortadan kaldırıyor.( ref ediyor); her bir şeyin müstakil varlığını görmemek için tâlimât fikrinin istilâsıyla, "Gururun ve enâniyetin ( benliğin) nefs-i emmâreyi şişirmesiyle öyle şımartır ki; o nefis, ele avuca sığmaz hale gelir."
d-Allah'ın varlığının zarûretine ( mukaddes ve münezzeh oluşuna) müvafık düşmeyen tasavvurlara sebebiyet verir, ve bâtıl telkinlere yol açar ( medâr olur). ( Lem'alar-273)
3. Vahdet-i vücud mesleğini sistemleştiren Muhyiddin-i Arabî etrafında sekiz asırdan beri münakaşalar yapılır : kimileri ona "şeyh-i ekber" ( en büyük şeyh) derken kimileri de "şeyh-i ekfer" ( en kafir şeyh) der.
İşte bu meselede Said Nursi, farklı bir tavır ortaya koyuyor : Onun nazarında Muhyiddin-i Arabî hâdî ve makbûldür. Fakat her kitabında muhdî ( hidayet gösteren) ve mürşid olamıyor. Niçin her zaman mürşid olamıyor. Çünkü o, çoğu zaman ölçüsüz gidiyor; dolayısı ile "ehl-i sünnet" kurallarına muhalefet ediyor.
Üstada göre, onun bazı sözleri, zahirde delalet ( sapıklık) ifade ediyor; fakat kendisi delaletten müberrâdır. ( sapıklıktan uzaktır).
Said Nursi son ihtarını Muhyiddin-i Arabî üzerine yapıyor.
4- "Evet, bu zamanda Muhyiddin-i Arabî'nin kitaplarını, hususen Vahdet-i Vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır." ( Lem'alar 274)
Peki vahdet-i vücud, Hulâfa-i Raşidin'in ve sahabelerin mesleklerinden ( gittikleri yoldan) daha mı yüksektir? Onlarda "Vahdet-i Vücud meşrebi ( yaşanan tasavvufî hâl) sarih olarak görülmemiş. Daha sonra gelenler, daha ileri mi gitmişler, "bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?" Üstadın cevabı şöyledir :
"O meşreb ehl-i sahvın meşrebi değil, hem en yüksek değil! Ehl-i sahv olan sahabe ve sıddîkîn ve veresenin meşrepleri, vahdet-i vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbûldür.( Mektubât 493)
Burada özellikle bir noktaya dikkâtleri çekmek istiyoruz. Said Nursi, Muhyiddin-i Arabî'nin bazı sözlerinin dalâlet ( sapıklık) ifade ettiğini söylüyor : ama, kendisinin de dalaletten beri ( müberrâ) olduğunu ifade ediyor, ama kendisi dinden çıkmıyor. Bu nasıl olur? Halbuki biz olsak hemen tekfir eder, o kişiyi cehenneme göndeririz. Üstad Muhyiddin-i Arabî'yi küfürle itham etmiyor; böyle bir tercih yapmıyor. Bunun sebebini de çok hoş görülü bir tarzda ifade ediyor : "Bazen kelâm küfür görünür; fakat sahibi kafir olmaz."( Lem'alar 274)
Bence Said Nursi'nin en önemli mesajı, bu müsamahadır. Müslümanlar birbirlerini tekfir ederek şimdiye kadar çok zarar gördüler; ama hiçbir fayda elde etmediler.
Görülüyor ki Said Nursî Vahdet-i Vücud anlayışının felsefî ve fikrî temelinde; sebeplere saplanıp tabiatı ilâhlaştırmaya, Allah'ı inkâra varan maddeleri felsefeye açıkça ve şiddetle muhalefet ediyor, vahdet-i vücudu bu materyalist noktaya çekmek isteyenlere karşı çıkıyor.
Buna karşılık vahdet-i vücudu, fart-ı muhabbet-i ilâhiye ( aşırı Allah sevgisiyle) Yahut mâsivâdan ( Allah'tan gayrı her şeyden veya sebeplerden) kurtulma ve Allah yolunda birliğe ( vahdete) ve huzura ulaşma yolu olarak kabul edenlere muhalefet etmiyor. Onların mâsivâyı hayâl saymalarını tasvip etmiyor; Allah'ın yarattığı varlıklar âlemini ve ondaki binbir çeşit varlığın hayâl sayılmasına gönlü razı olmuyor; çünkü onlar Allah'ın azametinin ve kudretinin ayetleri ( delilleri) dir.
Bunun yanında Vahdet-i Vücudu bir seyr-i suluk meşrebi olarak yaşayabilenlere alkış tutuyor. Ama yine de bu mesleği okumuşlara yahut ateistlere anlatmanın doğuracağı zararlara işaret edip ihtarda bulunmayı bir vazife biliyor. Dolayısıyla Muhyiddin-i Arabî'yi tekfirden ve gelişi güzel şunu bunu küfürle itham etmekten, bazı sözler küfür ifade etse bile uzak durulması hususunda ikaz ediyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendisi vahdet-i vücut yolunu benimsemese bile, -çünkü sahabenin yolunu daha üstün görüyor- en güzel hoşgörü örneğini ve mesajını veriyor.
Makale Yazarı :
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay
Fethullah Gülen e göre Vahdet-i Vücud Nedir ve İtikadımızla Telif Edilebilir mi?
Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz "vahdet-i vücûd", daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.
"Vahdet-i vücûd", çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, "monizm" arasında fark görmemişlerdir.
Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden "vahdet-i vücûd", anlayışı da, her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen, Allah'ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan "panteizmle" arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş, çok münakaşa götürür mevzulardandır.
Bu ekole mensup olanlarca, tevhidin üç mertebesi vardır :
1) Tevhid-i ef'âl ( Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah'tır, akidesi) : Bu anlayışa göre, hangi sebeple, ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin, onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O, doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Burada kelâm ilminin mevzu edindiği şeylerden olan "kesb" ve "halk" hususlarına intikal ederek, meseleyi dağıtmakta fayda mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı...
Bu görüşte olanların tevhid-i ef'âli teyit eder delilleri de vardır. Ezcümle : "Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratır." ( Sâffât, 37/96) kezâ, "Hepsi Allah'dandır." ( Nisâ, 4/78 ) vs. gibi âyetler zikredilebilir.
2) Tevhid-i sıfât ( Bütün kudretlerin, iradelerin, ilimlerin Allah'a ait olduğuna itikat etme : Buna göre bütün cazibeler, dâfialar ve her türlü kuvâ, meleke ondan bir mânâ, bir hâl ve O'na mahsus bir iştir.
3) Tevhid-i Zât : Vücud, yalnız bir zâttan ibarettir. O'nun dışında, görünen şeylere gelince, muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellîsinden başka bir şey değildir.
Tevhid'in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münakaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbi tutulabilir. Ne var ki, bizim mevzuumuz bunlardan, tevhidin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhid-i Zât'la alâkalı olduğu için, sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.
Bu türlü tevhid anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumunda, kimsenin diyeceği bir şey olmamış ve üzerinde münakaşa da yapılmamıştır.
Aslında bütün eşya ve hâdiseler Allah'a, O'nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği, ehlince sabit bir hakikattir. Böyle bir anlayışta da az-çok aynı mânâda bir tevhid düşüncesi sezilir ki, tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.
Zaten, Sa'düddîn Teftâzânî de "Şerhu'l-Makâsıd"ında, vahdet-i vücûda taraftar olanları iki sınıfa ayırarak, bunlardan bir zümrenin, Ehl-i Sünnet'in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki, biraz evvel arz edildiği üzere, böylelerin durumu hiçbir zaman münakaşa mevzuu olmamıştır.
İmam Teftâzânî'ye göre, vahdet-i vücûdçular iki zümredir : sofîyye ve mutasavvife. Sofîyye, mevcut gibi vücûdda da çokluğu kabul eder; ancak hakikat yolcusu Allah'a ulaşınca, kendini irfan denizine gömülmüş görerek, zâtını Allah'ın zâtında, sıfatlarını Allah'ın sıfatlarında fânî ve yok olmuş bilir ki, böyle bir sâlik'in nazarında, Allah'tan gayri her şey kaybolur ve Hak yolcusu, varlığını, Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından ( odaklaşma) ibaret sayar ki, işte tasavvuf erbâbının "fenâfi't-tevhid" dedikleri hâlet de budur. Çok defa, bu mertebedeki ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden "hulûl" ve "ittihat" ifade eden sözler de sarf edilmiş olur.
Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhid, makâm-ı cem'in gereğidir. Tabiî bu da, her şeyden evvel bir irfan, sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın, eşyaya hakikî varlık vermesi, müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu itibarla da, o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr, riyâkârlık ve mücerret bir iddiadır. Buna binaen cem'in ne demek olduğunu bilemeyen, irfansız; farktan habersiz olan da kulluk esrarından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem'i yerine göre kabul edendir.
İkinci zümre, açıktan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk'ın vücûdundan ibarettir. Âlemde görülen çokluk ise, sadece bir hayal ve seraptır.
Görüldüğü üzere, sofîyyede, "Vahdet-i Vücûd" telâkkisi bir zevk, bir hâl işi olmasına mukâbil, sonradan gelen mutasavvifede hakiki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaate sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki, dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı eşyanın hakikatinin mevcut ve sabit olduğu mevzuunda ittifak hâlindedirler.
Şeyhülislâm M. Sabri Efendi "Mevkıfü'l-Akl" isimli kitabında, Vahdet-i Vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak, zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi, kelâm ulemasına göre, vücûd, mahiyet üzere zâiddir. Bu vâcipte de böyledir, mümkinde de... İmam Eş'arî ise, tam aksine, vücupta da, mümkinde de Vücûd'u, mahiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise, vücûpta, Eş'arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, mümkinde, kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol : vücudu, Zât-ı Bârî'nin aynı ve O'nun vücûdundan ibaret saydıklarından, eşyaya itibarî ve izâfî birer vücut vererek her şeyi Allah'ın zâtından ibaret görmüşlerdir.
Aslında vücûd gibi, sâir, ilâhî sıfatların da, Zât'ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münakaşa edilegelen mevzulardandır. Ancak, pek çok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında, vücûd-u Bâri'yi Zâtı'nın aynı sayma düşüncesinde, Vahdet-i Vücûd'a, hatta Vahdet-i Mevcûd'a ( monizm) gidileceğini çıkarmak, bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce, mânevî mes'uliyeti, altından kalkılamayacak kadar büyük olsa gerektir.
Vâkıa Celâlüddîn Devvâni "Risâletü'z-Zevrâ'' üzerine olan beyanlarıyla, Hakk'ın varlığının Zâtı'nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hak'dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre, vücûd, vücûd olması itibarıyla, Hakk'ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifade ediyor ki, bu da Allah'dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun, hakiki olmayıp, itibarî ve mecâzî olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. Devvânî, aynı eserde bir kademe daha ileri giderek : Âlemin, Allah'dan başka birtakım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının, hem vücûd itibarıyla, hem de zuhur itibarıyla imkânsız olduğunu ifade eder. "Vücûd itibarıyla âlemin varolması düşünülemez. Zira, Cenâb-ı Hak'tan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhûr itibarıyla da mümkinâtın hakiki varolması düşünülemez. Çünkü, bir şeyin zuhûru, ancak Hak'dan ibaret olan Vücûd'a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk'ın vücûdundan başka müstakil hakikatler düşünülürse, o vücûtla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelir ki, mevcudiyetine hükmedebilsin. Demek ki, vehim ve hayal olarak itibar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerektir." der.
Muhyiddin İbn Arabî bir derece daha ileri giderek, bir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli, aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifade etmektedir. Allah ( cc) daimi tecellî etmekte, âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devam edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifadeleriyle, bu kanaate iştirâk eder : "Ey ruhumuzun ruhu, biz kim oluyoruz da, kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçten ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçtir. Sen ise, bir Vücûd-u Mutlak'sın ki, her şeyin ortaya çıkacağı bir aynada, fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer aslanlarız, fakat hakiki değil, sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden aslanlar. Sancak üzerindeki bu aslanların hareketleri hissedilir de, bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın!- Bizlerin varlığı senin ihsanın, senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp, onu ezelde kendine âşık etmişsin." Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları Hakk'ın tecellîsinden ibaret sayan bu düşünce, Hak'dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun, bu âleme var nazarıyla bakması, mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.
Ne var ki, Hakk'ın tecellîsinden ibaret olan varlıklarda, bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu, aynaların istîdadına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki, Vücûd'un birliğine zarar vermez.
Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikati, "Suyun rengi tasın rengidir." sözüyle ifade eder. Binâenaleyh, hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi... Bütün varlık bu nurun aksi ve mevcelenmesinden ibarettir. Nasıl ki, muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur, dolu, şimşek ve gök gürültüsü ayrı ayrı görüntüler arz ediyor olmalarına rağmen, tek hakikatin değişik ahvâlinden ibarettir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de, bir hakikatin cilvelerinden ibarettir.
Görüldüğü üzere "Vahdet-i Vücûd" mevzuunu felsefî hüviyette ele alan mutasavvife, ilk sofîlerin vahdet-i şuhûda götüren, oldukça duru tevhid akîdelerine mukabil, hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında, meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki, bunun ötesinde, âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür. Birkaçını arz edelim :
1) "Siz onları ( kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da ( taş, toprak ve silâh) sen atmadın, ancak Allah attı." ( Enfal, 8/16)
2) "Gerçekten sana biat edenler ( Hudeybiye günü) ancak Allah'a biat etmiş olurlar." ( Fetih, 48/10)
3) "Kasem olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." ( Kâf, 50/16)
Aynı istikamette delil olarak gösterilen hadîs-i şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim'in rivayet ettiği : "Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul : Yarabbi, Sen Rabbülâlemînsin, Seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak : Bilmiyor musun, falan kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin, eğer onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulurdun...'' ( 1) Kezâ, yine aynı kaynakta : "Kulum nâfileler ile Bana yaklaşır, böylece Ben de onu severim ve sevdiğim vakit de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum..." ( 2)
Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.
Başta, misal olarak bir ikisini arz ettiğim, tasavvuf büyüklerinin de, bu istikamette ifade ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ne var ki soruya cevap sadedinde, bütün bir "Vahdet-i Vücûd" tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misale temasla iktifa edeceğiz :
Evvelâ, Kur'ân-ı Kerim'den ilk iki âyeti, Muhkemât'a hamlederek, Kelâm-ı İlâhî'de herhangi bir zıtlığa meydan vermeden, mâkul bir tefsire gitmek en isabetli yoldur ki, şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır.
Bu tevîl, ister fiilin -kimden sâdır olursa olsun- Allah'a ait olduğunu ifade etsin, ister bir mucize mânâsını ifade etsin, ister en şerefli kulunun fiilini, -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin, isterse güçlülük, isabet ve teyit mânâlarını kastetsin, çok fark etmez...
Aslında, delil olarak getirilen bu âyetlerde, Vahdet-i Vücûd'dan daha ziyâde, eşyanın hakikatinin teyit edildiği görülmektedir. Zira, kâfir-mü'min ayrılığından, kâtil, maktûl ayrılığından; muhatap ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan, vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü tevillerle mümkün olabilecektir. Hele, şahdamarından daha yakın olmayı ifade eden âyetten, ( 3) mezkur istikamette bir hüküm çıkarmak, kat'iyen mümkün değildir.
Hadis-i şeriflerde ise, Vücud birliği şöyle dursun, apaçık çokluktan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar, bir ikinci varlık olduğunu kabul edip de, belli bir zaman sonra birlikten bahsetmek, mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hulûl ve ittihad akîdesidir.
Hatta bu mevzuda ehlûllahın vahdet-i vücudu teyit ediyor gibi görünen sözlerinde dahi, hep maksatlarının aksine, ikilik hissedilmektedir;
"Gâh güneş, gâh deniz olursun; gâh Kafdağı, gâh Ankâ olursun; Sen zâtında ne o, ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde, bu kadar suretlerle tecellî ettiğinden dolayı hakkında hem tevhid eden, hem de teşbîh eden hayrettedir."( Mevlânâ) Hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutmadan, ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.
Kaldı ki, mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifadelerin gölgesinde, başkaları Vahdet-i Vücûd'a delil arayadursun, nazariye taraftarları, nefis öldürme, benliği imhâ etme... gibi, çokluk ifade eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.
Vahdetten hareket edenlerin, noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var!... Hele, bu büyük zâtların Allah'a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet, kat'iyen felsefî "Vahdet-i Vücûd" anlayışını cerh etmektedir :
Bir kere, kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu, âmir, memur ayrılığını da kabul etmiş demektir. Memuriyeti kabulle beraber, vücut birliğinden bahsetmek bir tenakuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar istisnâ edilecek olursa, Allah karşısında memuriyeti inkâra, şimdiye kadar hiçbir mü'min cesaret edememiştir. Öyle ise, sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden "Vahdet-i Vücûd" anlayışları, bir hâle mağlûbiyet, bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifadede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil, mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışları, bu iç-idrak ve müşâhedede bir felsefe yapmak ve hatta bu istikamette, batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.
Başkalarının iddiâ ettiği gibi, İslâm büyükleri, "neoplatonizm" tesirinde, bir "panteizm" felsefesi yapmak istedikleri şeklinde kat'iyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât, iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde, âriye olarak "neoplatonizm"den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından, iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcuttur.
Her şeye rağmen Kur'ân'ın tarif ettiği şekilde, bir dünya ve ukbâ muvazenesine sahip bir topluluğun, aşağıda arz edeceğim hususlar muvâcehesinde, mutasavvifeye isnat edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez :
1) Bütün kâinata yayılmış, her yerde ve her şey sayılan bir ilâh akidesi, en uygunsuz, en münasebetsiz şeyleri dahi "Allah" kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.
2) Kur'ân-ı Kerim, yer yer kâinattan, Allah'ın varlığına ve birliğine istidlâl eder, bu ise "eşya" hakikatinin sabit olduğunu gösterir.
3) Kur'ân-ı Kerim'de, mükerrer âyetler, kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakta ve helâki müteâkip yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcut olan bir şeyin, yok olması demektir. Baştan sabit ve mevcut olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abestir. Kur'ân ise, abes şeylerden bahsetmekten çok yüce ve müberrâdır.
4) Bütün peygamberler ( as) istisnasız, büyük, küçük her şeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekte ve Hâlık ile mahlûk arasındaki münasebetin bir Yaratıcı ve yaratılan münasebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnat edildiği şekliyle "Vahdet-i Vücûd" düşüncesinde ise, hem peygamberlerin, hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlerinin tekzip edilmesi bahis mevzuu olur ki, bu da dünyânın en doğru insanlarına, en şenî' bir tecavüz ve isnat sayılır.
5) "Vahdet-i Vücûd"a mesnet olarak irât edilen delillerin hemen hepsinde, dâvâya delâletten daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.
6) Kur'ân-ı Kerim'in büyük bir kısmı, itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere de ceza va'd ve tehdidini ifade etmektedir. "Vahdet-i Vücûd" anlayışı içinde bu âyetlerden bir şey çıkarmak imkân haricîdir. Zira, "İtaat eden kim? Nimet nerede? Suçlu kim? Azap nedir?" sualleri buna göre hiçbir zaman cevap bulamayacaktır.
7) Bütün eşya O'ndan ibaret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler, O'nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde, şirki ve müşriki, putu ve putperesti kınamak haksızlık olacaktır. Zira, mâdem her tekevvün O'nun tezâhürüdür, bahsedilen şeyleri de O'ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Hâlbuki, tevhid akidesini tespit eden Kur'ân ve Sünnet, aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.
8- "Vahdet-i Vücûd"un, ikinci zümreye göre izah edilmesi hâlinde, maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise, bilicmâ küfürdür. Ve... ehlullah böyle bir küfrü irtikâptan kat'iyen müberrâdır.
Bütün bunlardan sonra, mutasavvifeye isnat edilen Vahdet i Vücûd mesleğiyle, felsefî Vahdet i Vücûd mesleği arasında, daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.
Felsefî Vahdet i Vücûd ( panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile, felsefî -nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki, bu da şu iki ana bölümde hulâsa edilebilir :
1) Yalnız Allah, hakiki bir varlıktır; âlem bir kısım tezâhürâtın ( manifestations), yahut meydana gelmeler, sâdır olmaların ( emanations), heyet-i mecmuasından başka bir şey değildir ki, "Spinoza"nın görüşü de budur.
2) Yalnız âlem hakikidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibarettir ki, bu da ya tabiî vücûdiyecilik ( pantheisme naturaliste) veyahut maddî vücûdîcilik ( pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve taraftarları da buna zahib olmuşlardır.
Buna binâen diyebiliriz ki :
İslâm mutasavvifesi, Vâcibü'l-Vücûd'da fânî olmalarının ifadesi olarak, kâinatı inkâr etmelerine mukâbil, berikiler, Hâlık-ı Kâinatı sarıp sarmalayıp -hâşâ!- bir tarafa koyma gayreti içindedirler.
Mutasavvifenin, Vahdet-i Vücûd düşüncesi, zımnen Vahdet-i Şuhûdu ifade etmesine karşılık, berikilerin "Vahdet-i Vücûdu" Vahdet-i Mevcûdu, ( monizm) işmâm etmektedir.
Birinciler, hâl, müşâhede ve istiğrak gibi, ahvâli ifadede, kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri, ilim yapma, felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.
Birinciler, Allah ( cc) ile başlayıp, o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil, ikinciler Cenâb ı Hakk'ı, eşyaya tâbi kılarak meseleyi tetkike koyulmuşlardır.
Birincilerde ilâhî bir zevk, ikincilerde ise sadece nazarîlik...
Birinciler, kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede, ikinciler ise, Vâcibü'l-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.
İşin en doğrusunu O bilir.
Cazibe : Çekim gücü
Halk : Yaratma
Dâfia : Defeden, kovan
Ehlûllah : Allah dostları
Heyet-i mecmua : Genel yapı
Hulûl : Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İfrat : Aşırılık, ileri gitme, bir konuda ölçüyü aşma
İnhisar ettirmek : Yalnız bir şeye mahsus kılmak
İstidlâl : Delillendirme, delillerle neticeye varma
İşmâm etmek : Duyurmak, hissettirmek
İtibarî : Farazî, öyle kabul edilen
İttihat : Allahla bir olma, 'var olan sadece Allah'tır' deyip kâinatı yok sayma
İzâfî : Bağlı, bağlı olduğu şeye göre değişen, göreli
Kurbiyet : Yakınlık
Kelâm-ı İlâhî : Kur'ân-ı Kerîm
Kesb : Çalışma,kazanma
Kuvâ : Duygular, hisler, fiziki güçler
Muhkemât : Dinde te'vile ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık ve kesin olan meseleler
Mutasavvife : Tasavvuf ehli
Müteşâbihât : Birden fazla anlamı mümkün olan, gerçek manasının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazi ifadeler
Panteizm : 'Her şey Tanrı'dır' diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî bir ekol
Tecellî : Gerçekleşme, tahakkuk etme
Tefrit : İfratın zıddı, ortalamanın altında kalma
Tenakuz : İki sözün birbirine uymaması, çelişki
Ukbâ : Ahiret
Vahdet-i mevcûd : Vücud birliği, "Var olan sadece Allah'tır, Vücûd yalnız O Zat'tan ibarettir, O'nun dışında, görünen şeyler muhtelif mertebelerde O'nun zuhur ve tecellisinden başka bir şey değildir."şeklinde ifade edilebilecek bir tasavvuf ekolü
Zahib olmak : Bir zan taşıyan, bir fikre inanan
Zındık : İnançsız, ateist
Zuhur : Görünme, ortaya çıkma
Tasavvufta Vahdeti Vücut Ve Vahdeti Şühut
Soru : Tasavvufta Vahdet-i Vücûd İnancı Şirk midir?
Cevap : Vahdeti Vucutun kelime anlamı Varlığın Birliği anlamına gelmektedir. Bu inancı savunan felsefeciler bu hususta yanılmaktalar. Aslında varlığın birliği fikri bir yanılmadır. Büyük Mutasavvıf İkinci Binin Müceddidi İmam-ı Rabbani hazretlerine göre varlık ikidir. Birincisi gerçek varlık Allahu tealanın varlığı, ikincisi ise mecazi varlıklar olan yaratılmışların varlıklarıdır. Mecazi varlık olan yaratılmışların varlığı her an Allahu tealanın varlığına muhtaçtırlar. O’nun El Kayyûm isminin tecelisi ile her an varlıkta durabilmektedirler. Büyük imam, İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni ( k.s.) hazretleri, bu hususu şöyle izah etmektedirler :
– “Allahu Teala bu alemi; mahlukatı, hayal ve his mertebesinde yarattı.”
Bu ifade çok derin bir manadır. Yani; bu alem, Allahu tealanın varlığına göre yok hükmündedir ama, Allahu tealanın kudreti ile yarattığı his ve hayal mertebesinde ki varlık alemide O’nun var kılması ile vardır… O sapık felsefeciler yaratıkların varlıklarını da, Yaratanın kadîm varlığı saymakla küfre girmiştirler. Hiç, yaratılanlarla Yaratan bir ve aynı olabilir mi? Elbette olamaz. Onun içindir ki, mahlukları yani alemi, ezeli ve ebedi sıfatla vasıflandırmak, çok çirkin ve küfre batıran bir yanılgıdır.
İmamı Rabbani ( kaddes Allahu sirrahul-akdes)hazretleri buyurdular ki :
-“Küçük alem( insan) ve büyük alem ( insanın dışındaki yaratıklar), Allahu Tealanın isimlerinin ve sıfatlarının aynalarıdır. O’nun zatında bulunan şü’ûn ( şe’nler, tecelliler) ve kemallerin görünüşleridir. Bu alemler kapalı bir hazine idi, bunları icmalden( toplu halden) tafsile( ayrıntılı hale) çıkarttı. Kendisine ve sıfatlarına alamet olacak şekilde yarattı. Alemin hiçbir parçasının Allahu teala ile hiçbir nisbeti yoktur. Yalnız O’nun yaratıklarıdır. İsimlerini şü’ûnlarını göstermektedir. Alemin Allahu teala ile birleşmiş olduğunu, O’nun benzeri olduğunu, alemi ihata etmiş olduğunu, aleme sirayet edip her zerreye girmiş olduğunu, her şeyle beraber olduğunu zan etmek, O’na olan sevginin tasavvufi sarhoşluğundandır. Halleri bunların üstünde olan veliler, Allahu tealanın hiçbir bakımdan bu aleme benzemediğini, bu alemin sadece O’nun yaratıkları olduklarını söylerler. Zat-ı ilahinin bu alemle hiç bir bağlılığı ve benzerliği yoktur. Varlık ikidir : Birisi hakikatta var olan Hak tealadır. İkincisi zıl, gölge gibi olan mahluklardır. ” ( 1.c.125. mktb.)
Vahdeti Vücutcular iki kısma ayrılırlar :
Bunların birinci kısmı Hal ehli kimseler olup, bulundukları halden dolayı özürlü kimselerdir. Çünkü, İslam şeriatında bulüğa ermemiş kimselerle, aklî dengesi olmayanlar mükellef değildir. Bu meczublar cezbe halinden ayılıncaya kadar akılları örtülmüş Allah delileridir( aşıklarıdır). İkinci kısımda olan kimselere gelince bunlar sırf taklitçiler olup, küfürleri barizdir. Bir örnek : Şemsi Tebrizi hazretleri Makalat’ta şöyle zikrediyor :
-” İki mukallit birbirleri ile övünerek tartışıyorlardı. Ariflerin marifetlerinden bahsederlerken biri ötekine dedi ki : ” Şu eşeğe binmiş adam tanrıdır.”Öteki ona : ” Bana göre o adamın eşeği tanrıdır.” diyordu. Bu adamlar bu inanç ve görüşleri ile Cebriye bataklığına düşmüş kâfirlerdi.”
İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki Müceddidi Elfisani( k.s.) hazretleri şöyle buyurdular :
-“Sakın tasavvufçuların boş sözlerine aldanmayınız! Hak olmayanı hak sanmayınız. Bu tasavvufçular şuursuz oldukları için özürlü sayılırlar. Yanılan müçtehidler gibi hesaba çekilmezlerse de , bunları taklid edenlere bilmem nasıl azab ederler… Keşke bunlara uyanları da, yanılan müçtehidlere uyanları affettikleri gibi affetselerdi!( yani; bunlara tövbe nasib olsa da , bu hallerine tövbe etseler.) Affetmezlerse durumları vahimdir.
Kıyas ve ictihat , şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emr olunduk, evliyanın keşif ve ilhamına değil. Tasvvufçuların bir çoğu keşif ve ilhamla anlaşılan bilgileri inandırmak için insanları zorluyorlar. Keşke inkâr etmemelerini tavsiye etselerdi. Bu bilgilere inanmak zaruri değil , fakat inkar etmektende sakınmalıdır. Ne kadar şaşılır ki, kendilerinin tasavvufçu olduğunu söyleyen bazı kimseler, ” Allah’ı bu dünyada görüyoruz .” demektedirler. Gördükleri bazı nurları, hiç bir şeye benzemeyen Allahu Teala’ya benzetiyorlar. “Tasavvuf yolunun sonu, bu nuru görmekle biter diyorlar.” Allahu Teala bu zalimlerin dedikleri şeyden münezzehtir.”
Burada Yüce İmam( k.s.) dinen uyulması şart olan Edille-i Şer’iyeye vurgu yapmaktadır. Edille-i Şer’iye dörttür : Kur’an, Sünnet, İcamai ümmet( Eshabın icması), Kıyas-ı fukahadır. Bir başka mektubunda da “Nassa uyulmalı, Fussa değil” Yani Edille-i Şer’iyeye uyulmalı, tasvvufçuların şeriata aykırı söz ve fiillerine değil. Ahirette kurtuluşumuz buna bağlıdır.” diye uyarıda bulunmaktadır.
Güneş balçıkla sıvanmaz. İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisani hazretleri Rasulullah’ın “Sıla”( Birleştirici) ünvanı ile ümmetine müjdelediği kimsedir. O’nun eserlerini tam olarak okuyup anlamadan, İmam-ı Rabbani ( k.s.) hazretlerini, sekre girmiş meczub Vahdeti Vücutçular ve taklitçi sahte Vahdeti Vücutçularla karıştıran, kötü maksatlı art niyetli, mezhebsiz, reformcu zalimlere Allahu teala hidayet ihsan etsin.
Gerçek Vahdeti Vücutçular, haramlardan sakınarak, farz vacip ve sünnet ibadetlerle birlikte zikir, rabıta ve sohbetler sonucunda gönül gözleri açılır ve kalbleri İlahi nurlarla dolar. Güneşin ışığı dünyayı kaplayınca yıldızların gözden kaybolması gibi, bu kimselerinde kalbleri ilahi nurlarla dolunca her eşyada tecelli eden İlahi nurlardan başka bir şey göremez olurlar. Bu durumda olan veliler, o İlahi nurların üstün zevklerinden sarhoş olunca, “Hem ost” derler. Yani” Her şey O’dur” derler. Bu ve bunun gibi sözleri ayık olan biri taklidle, veya bilinçli olarak söylerse, küfürleri kaçınılmazdır. Bu meczublar Allahu Teala lutfederde sekrden sahva geçtiklerinde, bu sözlerine tövbe ederler. Muhyiddin-i Arabi hazretleri bu velilerdendir. Sahva yani ayıklık halıne geçildiğinde ise ” Hem ez ost ” derler. Yani, “Herşey O’dandır” derler. Buna da “Vahdeti şuhut” denilir ki İmam-ı Rabbani hazretleri de bu velilerin önde gelenlerindendir. Vahdet-i Şuhut hali : Kalb İlahi nurları her eşyada temaşa etmeye başladığında kalbin, her tecelliyi Allahu tealadan bilmesi durumuna denir. Yani : ”Görülen , işitilen ve hissedilen her şey Allahu tealadandır. Yani O’nun isimlerinin tecellisi ve kudreti ile oluşmaktadır.” anlamına gelen “Hem ez ost” inancına sahib bulunan velilerin bu ahvallerine Vahdet-i Şuhut denir.
Sekre girmeden, İlahi nurların üstün zevkleri bunların akıllarını örtmeden, ”Herşey O’dur” diyen Vahdet-i Vücütcular ma’zur değillerdir. Bu kimseler o inançlara tövbe etmezlerse imansız ölmelerinden korkulur. Bu kimseler tecellilere ”O’dur” demekle, Allah’ın mahluklarını, alemlerin Rabbi Allah ( c.c.) olarak addetmiş bulunuyorlar… Bu kimselere göre; en aşağı mahluktan al da, en ulvi mahluka kadar hepsine : ” O’ndandır” demeleri yerine, “O’dur” demeleri sebebi ile, inandıkları halde imansız olmaktalar.. Allah( c.c.) buyurdu ki : “Kulhu vallâhu eHad( 1), Allahus-samed( 2), Lem yelid ve lem yûled ( 3), “Ve lem yekun lehû kufuven eHad.( 4)”
Mealen :
”De ki O Allah, Zatında ve sıfatlarında bölünmeyen ve parçalanmayan tektir.( 1), Allah Samedtir. Her şey O’na muhtaç, O ise hiç bir şeye muhtaç değildir.( 2), O doğurmamış ve doğrulmamıştır. ( 3) Ve hiçbir mahluk O’na denk, olmadı ve olamaz da. ( 4)” ( İhlas Suresi)
Vahdet-i Vücud nedir ?
‘Vahdet-i Vücud’, tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir. İslâm tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezel” ve ebed” olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekan ( yer) var olmadan önce vardır, hep var olacaktır. Bu düşünceye göre evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür ve bu çerçevede insan da Tanrı’nın görüntüsünden, Tanrı’dan bir parçadır..
NİTEKİM MUHYİDDİN İBN ARABİNİN ”FUSUS’ÜL HİKEM” KİTABINDA VAHDET-İ VİCUD İNANCININ ATASI OLDUĞU GÖRÜLMEKTEDİR..
Bu kitabı incelediğimizde küfrün doruk noktasını göreceğiz..
İbn Arabi, kitaplarını kendisinin yazmadığını, sadece kendisine indirileni dile getirdiğini söyler;
”Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir… Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim”
( İbn Arabi, Muhyiddin, Fususü’l-Hikem, M.E.B.Y. Çev.Nuri Gençosman,s.20)
”Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi….O, bana imla ediyor ve ben ( bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisanım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm onun sözüdür…”
( İbn Arabi,Muhyiddin, El-Futuhat El-Mekkiiyye, Kültür Bak. s.1184 çev. Nihat Keklik,Divandan nakille s.455.)
”Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği( ulaştırdığı) şeye dayanırız…
( İbn Arabi, El-Futuhat El-Mekkiiyye,s.19)
”Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…”
( İbn Arabi, El-FutuhatEl-Mekkiyye, s.25)
Elleriyle ( bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların haline! Ve kazandıklarından ötürü vay onların haline! ( BAKARA/79)
i Arabi Fususü’l-Hikem’de geçen şiirlerinde şunları söylüyor :
”Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Allah beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez, ikisi de birdir amma aralarında tecelli farkı vardır.
İster Hak ol, ister halk ol, ALLAH ile RAHMAN olursun..
( İbn Arabi, Fususü’l-Hikem, s.83,93,95,104,190)
Diyen İbn Arabi;
”Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir.”
( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s.118 )
Ayrıca; ” Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu ( kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma ( gusul) ile onu temizlemiştir…( Erkeğin) Allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmelidir… Allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilemez.”
der… ( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 119)
”Tasavvufun Şeyh-i Ekber’i teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah’ın leş ve putlarda, Şamirinin buzağısında, Hz. Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir”
( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 120)
ibn-i Arabi’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;
”İslam’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan yahudiler de kafir olmuşlardır. Hırıstiyanlar da üç ortaklı ( teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliyye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle kendileriyle ALLAH arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır.
Bütün bu gruplar ve insanlar ALLAH’tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn-i Arabi ve benzerleri için İslam’ın hükmü ne olur? Her şeye ibadete davet eden bu gibileri için ne diyeceksiniz?”
( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 118 )
Peygamber ( S.a.v) şöyle buyurdu :
‘Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir. O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve ( eksik yeri görüp) hayret ederek : Şu bir tuğlanın yeri bş bırakılmış olmasaydı! Derler”
Rasulullah ( S.a.v) ‘2 İşte ben, o ( yeri boş bırakılan) kerpiçim, ben Hatemu’n Nebiyyin’im.( Peygamberlerin sonuyum) ” buyurdu..”
( Buhari,c : 7, s. 3331,3332)
İbn Arabi ise ” aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer lduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten ”Hatemu’l,Ebiya’yı ( nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpiçi ALLAH Rasulü’nin gördüğü halde ”hatemu’l -evliya” ( velilerin sonuncusu) yı temsil eden altın kerpiçi göremediğini bu hadiseyle belli ettiğini” söyler. ”Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvet duvarı asa tamamlanmayacaktır” der.
Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasulü temsil eden kerpiçin gümüş, velilerin sonuncusu ( hatemu’l evliya)’yı temsil eden kerpiçin de altın olmasını nübüvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatem’ul-Evliynın İbn Arabi’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.
Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; ”Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç ALLAH Rasulünü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir?”.. ” İbn Arabi ve emsallerinin küfrü;
”Allah’ın Rasullerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz” ( En’am, 6/124)
diyen kimselerin küfründen daha da beterdir. İbn Arabi ve benzerleri cehennemin en dibinde olan ittihadiyye( hulul)
inancındaki münafık ve zındıklardır. İbn Arabi bir şiirinde şöyle der : ”Nübüvet makamının mevkii Rasülün üstünde ve velinin altında bir yerdir.”
( Şerhu Akidet’t- Tahaviye,11/743)
” İbn-i Arabi gibi ya ” Benden sonra peygamber yoktur”. Sözünün sahibinin ( Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak ”velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamber ancak bir aracı vasıtası ile ALLAH’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir” demişlerdir.Velinin peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış. ( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 193) Yine İbn-i Arabi, ”Kur’an ve sünnet bilgisinin tümünü ihata ettiğini, bütün kitaplarının hatadan korunmuş olduğunu ve yazdığı her şeyin kendisine vahyedilen cahiyden başka bir şey olmadığını, ”Futuhat-ı Mekkiye” adlı kitabının bölümlerinin bile kendi tertibi değil, kendisine gelen vahiyle yapılıp tevkifi olduğunu iddia etmiştir”
( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 84)
”Kur’an ayetlerini tahrif ederek kafir Hud Kavmi’nin sırat-ı müstakim üzere olduklarını, Firavun’un iman-ı kamil bir mümin olduğu gibi, Nuh Kavmi’nin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı ALLAH onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun’un İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğunu, Nuh Kavmi’nin Ved,Yegus, Yeuk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiç bir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce ALLAH’ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının ALLAH’ın varlığının tercümesi olduğu ve benzeri İslam dışı şeyleri söylemesine rağmen, İbn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasulullah’tan, hatta ALLAH’tan aldığını söylemiş ve Rasulullah’ın bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.
( Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s 125,126)
Kur’an ve sahih Sünnet’e açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı Müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslam dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca ” La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” diyen İslam ümmeti içinde evliyanın kutbu ve esfiyanın büyüğü olarak görülmüş adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hala da anılmaktadır. Bu da İslam alaminde zamanla kavramların nasıl saptığı ve değer yargılarının nasıl özelliğini yitirdi ğibi açıkça ifade etmektedir..
Vahded-i Vücud Telakkisi
Kendine has birlikle, çeşitli birleri birbirine karıştırıyorlar. Cins ile, ayni olanı birbirinden ayırmıyorlar. Gerçi, bütün yücudlar, vücut vasfında birdir, müşterektir. Nasıl ki, bütün insanlar cins olarak insan
, hayvanlar da cins olarak hayvansa…
Fakat bu bütünlük, müştereklik, dışarıda, hariçte değil, zihinde teşekkül eder. Bazılarının sandığı gibi, insanda var olan hayvaniyet, atta, eşekte, balıkta olan hayvaniyet gibi değildir asla. Göklerin vücud varlığı da insanın vücud varlığı gibi değildir. Böyle olunca da, haşa, şanı yüce’olan, bu namütehahi kainatın var edicisinin vücudu da elbette ki, insanınki ile aynı olmayacaktır.
Bunların sözü, hakkı inkar eden Firavunun sözüne çok benzemektedir. Hatta onun sözünden de daha ileridir inkar hususunda.
Çünkü firavun, şu görüp durduğumuz varlıklar alemini inkar etmeye kalkışmıyordu. Ancak, bu alemin varlığının kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyordu. Varlığın bir yaratıcısı olmadığını sanıyordu. Filozoflaşan bu adamların sözleri, firavununkinden kat be kat ileri oluyordu. Bu adamlar, alemin Allah olduğunu iddia ettiler.
Fasit olma açısından firavunun sözü her ne kadar bunlarınkinden daha açık bir biçimde küfür ise de, hakikatten, dem vuran, hakka dayalı olduğunu iddia ede ede haktan uzaklaşmada, bunlar firavundan daha ileri idiler.
Bunlar onun içindir ki, putlara tapanların da aslında Allah’a ibadet ettiğini söylemişlerdir.
Şu sözler onlarındır :
“Her ne kadar Firavun, örf ve adetler bakımından halkı zorladı ve istemediği yönlere sürüklemeye çalıştı ise de, bunda mazurdur. Çünkü onun, hüküm mevkiinde bir hükümdar olduğu için;
“Ben sizin hükmetme açısından en büyük rabbinizim” demeye hakkı vardır. Halkın hepsi birer Rab iseler de, firavun,
“Ben sizin Rabbinizim, çünkü zahirde bana iktidar verilmiştir.. Yüceliğim buradan geliyor” demek istemiştir.”
Onların sözlerinden biri de şudur :
“Sihirbazlar, firavunun sözlerinin doğru olduğunu bildiği için, onun en yüce bir Rab olduğunu kabul ettiler ve ona :
“Ne hüküm verirsen ver, sen ancak bu dünyanın hükümdarısın ve sadece burada hüküm vericisin” sözü gerçekleşmiştir. Çünkü, firavun hakkın bir aynası, bir görüntüsüdür.”
Her şeyi birleme ( Vahded-i Vücud) görüşü ile ele alan ve tahrif eden bu adamlar, ahiret gününün gerçekliğini de inkar ettiler. Cennet – cehennem varlığını da reddetmiş oldular. Çünkü, onlara göre, cennet ehli de, cehennem ehli de aynı nimetlerden faydalanacaklardır.
Onlar böylece, Allah’ın dostluğunu kazanmış gerçek evliyanın da çok üstünde olduklarını, Resul ve nebilerden yüce bir makamda bulunduklarını; Resul ve nebilerin, Allah’ı kendi pencerelerinden gördüklerini iddia etmişlerdir.
Onların bu iddiası, gerçekte, Allah’ı, Ahiret gününü, melekleri, kitapları, peygamberleri apaçık bir inkardır. Bunları inkar eden de elbetteki kafir olmaktadır.
Burada söylemeliyiz ki onların dinsizliğini anlatacak değiliz. Bu konuyu geniş bir biçimde anlatmanın yeri burası değildir. Sadece, Allah’ın dostları ile şeytanın dostları arasındaki farkı belirtmek için küçük örnekler vermek istedik.
Bu adamlardan bahsetmemizin sebebi, şeytanın dostluğunu kazanmış adamların en büyüklerinden oluşlarıdır. Onun için okuyuculara küçük bir ikazda bulunmuş olduk.
İbni Arabi ve Vahded-i Vücud Felsefesine Reddiye
Onlar, şeytanın dostları oldukları için, her sözleri şeytani vasıflar taşımaktadır.
Hemen hepsi, Fütuhat sahibinin söylediklerini söylüyorlar. “Hakikat kapısı” diye bir tekerlemeden bahsedip duruyorlar. Onlara göre, bu alem hayal alemiymiş!
Demek ki, onların gerçek diye üzerinde durdukları şey, hayalden başka bir şey değilmiş. Bunu iyi anlıyorsun değil mi?
Zaten şeytanın görevi gerçekleri insanoğluna olduğundan başka türlü göstermektir.
Yüce Allah kadim kitabında buyurmaktadır :
“Her kim Rahman olan Allah’ı zikredişi görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı arkadaş ederiz; artık o onun yanından hiç ayrılmaz ve sürekli bir biçimde kötülükleri telkin eden bir arkadaş olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o adam, bize geldiği zaman, kötü arkadaşına der ki : “Keşke seninle benim aramda iki cihetin sonu ( doğu ve batı kadar uzak) kadar uzaklık bulunsaydı ve de seni hiç görmese idim meğer ne kötü bir arkadaşmışsın sen!” ( Zuhruf : 36-38 )
AIlah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa sapmış olur.
Onlar ( müşrikler) O’nu bırakıp sadece birtakım dişileri çağırıyorlar. Aslında inatçı şeytanı çağırmaktadırlar.
Allah onu ( şeytanı) lanetledi. O da : “Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim dedi.
Onları mutlaka saptıracağım. Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım. Kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattıklarını değiştirecekler. ( Dedi) Kim Allah’ı bırakıp da, şeytanı veli edinir, dost tutarsa elbette apaçık hüsrana düşmüştür.
( Şeytan) onlara söz verir, onları ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” ( Nisa : 116-120)
“İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi : “Allah size gerçek vaad etti; ben size vaad ettim, ben sözümden caydım! Benim, sizi küfre zorlayacak bir gücüm yoktu. Yapmış olduğum iş sizi sadece isyana davet ve teşvik etmek oldu, siz de benim davetime gönüllü koştunuz. O halde kendinizi bırakıp da beni yermeyin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Ben önceden zaten beni Allah ‘a ortak koşmanızı kabul etmemiştim! Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır.” ( İbrahim : 22)
Sahih bir hadisde Allah’ın Resulü; Cebrail’i, melekleri bir saf halinde toplarken gördüğünü, şeytanların müminleri teyid için gönderilen melekleri görünce onlardan kaçtıkları; Yüce Allah’ın, mümin kullarını melekleriyle teyid ve takviye ettiğini rivayet etmiştir.
Bu konuda Yüce Allah da, kitabında şöyle buyurmaktadır :
“Hani Rabbin meleklere vahyetmişti : Ben sizinle beraberim, müminleri takviye edin!” ( Enfal : 12)
“Ey inananlar! Allah’ın size olan nimetini anın! Üzerinize ordular gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik.” ( Ahzab : 9)
“…Resul mağarada bulunduğu zaman, arkadaşına : “Kederlenme, Allah bizimle beraberdir” dediği zaman, Allah ona yardım etmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla korumuş yardım etmişti.” ( Tevbe : 40)
Şeytani vasıflar içinde bulunan bu adamlara, cin ve insanlardan, insan şeklinde bir takım ruhlar gelir ve onlarla konuşur. Onlar da bunları melek taifesinden sanar. Tıpkı, yıldızlara ve putlara tapan insanlara hitap eden ruhlar gibi.
Müslümanlar arasından ilk defa çıkan bu tip adamların başında ki Ebu Ubeyd oğlu Muhtar’dır. Bu adamın geleceğini Allah’ın resulü haber vermiştir.
Müslim’de rivayet edilmiştir :
“Yakında Sakifoğulları içinden müthiş bir yalancı ile, helak edici bir adam çıkacaktır.”
Bu müthiş yalancı Ebu Ubeyd oğlu Muhtar’dı. Helak edici ise, Yusuf oğlu Haccac’ı Zalim’dir.
Ashabdan İbni Ömer ve İbni Abbas’a :
“Bu Muhtar kendisine vahiy indiğini söylüyor” diye haber verildiğinde, onlar; “Doğrudur” diye karşıladılar haberi.
Ve Yüce Allah’ın şu ayetini zikrettiler :
“Şeytanların kime indiğini haber vereyim mi? Onlar, günah işlemeye hazır iftiracıların hepsine iner.” ( Şuara : 221)
Muhtar’ın çılgın iddiaları kendisine ulaştırılan bir başka zat da, şu ayeti zikretmiştir :
“Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyen ( hayvan) leri yemeyin! Bu, kesinlikle bir fısktır. Ve muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vahyederler. Şayet onlara itaat ederseniz muhakkak siz de müşriklersiniz.” ( En’am : 121)
İbni Arabi’nin, Fütuhat adlı kitabını kendisine indirdiğini söylediği ruh, işte bu ayetlerdeki şeytani ruhlardandır.
Onun içindir ki, o, bazı belli yiyecek ve yalnız kimsenin olmadığı yerlerde tek başına yaşamaktan bahseder. Bu yalnızlıklar ( İnzivaya çekiliş) cin ve şeytanlar ile münasebete geçmenin yollarından biridir. Onlarsa bu rabıtayı evliyanın Rabbi ile rabıtası olarak kabul eder ve millete de bunu telkin ederler. Halbuki ise bu rabıta sadece şeytanla yapılan bir rabıtadan başka bir şey değildir.
Ben kendisini bu hale kaptırmış nicelerini tanırım. Bunlardan bazılarını şeytanlar havalarda taşır, bir yerlere götürür sonra getirir. Bazılarına şeytanlar çalınmış mallar getirir ve onlar da bu çalınmış malların sahiplerini bilir kendilerine iade eder. Bu şekilde dünyalıklarını da temin etmiş olurlar. Bunlara benzer bir takım şeylerin içinde bulunurlar bahsini ettiğimiz adamlar.
Bunların hali şeytanı vasıf taşıdığından, Resul ve nebilerle tezat halindedirler. “Fususu’l- Hikem, Fütühat-ı-Mekkiye” sahibinin ve benzerlerinin sözlerinde bu tezatlar bol bol görülür.
O, Nuh kavmini, Hud kavmini ve Firavunu över ve tebcil eder ama, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Harun gibi Resul ve nebilerde eksiklikler bulur. Küçük düşürür onların kadirlerini.
Cüneyd bin Muhammed ve Selh bin Abdullah Tusteri gibi büyük Müslümanlarca makbul olan şeyhleri kötüler ama, Hallac-ı Mansur gibi, gerçek velilerce makbul sayılmayan kişileri över ve yüceltir. Hayali ve şeytani kaynaktan aldığı haberler içinde, bu büyüklerin kötülenmesi vardır.
Halbuki ise. Cüneyd-i-Bağdadi ( Allah, kendi yanında onun kadrini daha da yüceltsin) İslam dininin önderliğini yapmış imamlardandı.
Kendisine “tevhid nedir?” diye sorulduğunda; “Hadis olanla kadim olanı birbirinden ayırmaktır” diye cevaplamıştır. Büyük imam Cüneyd bu cevabıyla yaratanla yaratılanın, sonradan olma ile kadim olanın arasını kesin ayırmış, gerçek tevhidi dile getirmiştir.
“Fusus” sahibi ise böyle bir tevhidi inkar eder. Hayali ve şeytani bir hitabında der ki :
“Ey Cüneyd! Kadim olanla, muhdes olanın arasını, ancak kadim ve muhdes olmayan biri ayırd eder. Onun için Cüneyd; “Tevhid, Kadim olanla, muhdes olanın arasının ayrılmasıdır” demekle, hata işlemiştir.”
İbni Arabi’ye göre, Cüneyd, hata işlemiştir. Çünkü, İbni Arabi’ye göre; muhdes olanla kadim olanın vücudu aynıdır.
Nitekim o, “Fusus” adlı kitabında şöyle söylemektedir :
“Allah’ın isimlerinden biri “El-Aliyy” ( Yani, yüce) dir. Vücud aleminde O’ndan başkasının vücudu olmadığına göre, kime yücelik etmektedir? Yahut da, O, kimden ve neden yücedir? Bu, “Ne veya kim?” dediğimiz, O’ndan başkası değildir ki…
Demek, O’nun yüceliği ancak kendisi içindir ve O, mevcudun aynıdır. Böyle olunca, muhdes, yani, sonradan olan ve eşya diye isimlendirdiğimiz şeyler de, kendi zatı için yücedir. Bu alemde sonradan var olan her şey, yine O’dur. O, batın olduğu gibi, zahirin de ta kendisidir. Bu varlık aleminde, O’nu gören, O’ndan başkası değildir. Varlıkta konuşan da O’ndan başkası değildir. Bu varlık aleminde, Ebu Said’i Harraz ile ve başka insan ve eşya isimleriyle anılan hep O’dur.”
Şimdi, Cüneyd gibi İslam dininin büyüklerinden birini, tevhid anlayışında hatalı bulan bu Vahded-i-Vücutçuya deriz ki :
İlim ve sözle, iki şeyin arasını temyiz edip ayıran bir kimsenin, bu iki şeyden ayrı olan, üçüncü bir varlık araması büyük hatadır ve de şart hiç değildir. Çünkü, insanlardan her biri, kendisi ile başkasının arasını gerçekten de temyiz ederek ayırır. Halbuki ise, bu temyizle ayıran kimse, temyiz edilenle eden dışında bir üçüncü şahıs değildir. Böylece, kul kendisinin kul olduğunu bilir, fakat, kendisi ile yaratıcısının arasını ayırır. Yüce halkedici Allah da, kendi zatı ile, yarattıklarının arasını temyiz eder ve bilir ki, kendisi onların Rabbidir; onlar da O’nun kullarıdır.
Nitekim, Kur’anın bir çok ayetlerinde bu husus açıkça belirtilmiştir.
Gönülden, hiçbir ard niyet beslemeksizin Kur’an’a iman eden gerçek müminler için, her türlü ölçü Kur’andadır. Yani iddia ve inançlara hakimlik yapacak tek kaynak Kur’andır. Ama mülhitler gurubu, Tilimsani’nin iddiasını tekrarlayıp durmaktadırlar bir hakikatmış gibi…
Vahded-i Vücut inancı içinde olanların en sivrilmişi bu adamdır.
Kendisine, İbni Arabi’nin “Fusus”u okunduğu ve :
“Kur’an sizin Fususunuza muhalifdir” denildiği zaman;
o, “Kur’an, baştan başa şirktir, tevhid ancak bizim sözümüzdedir” diye karşılık vermiştir.
Yine bu adama;
“Varlık aleminde ikilik olmadığına göre, kişinin kendi karısı ona helal oluyor da, neden kız kardeşi haram oluyor?” diye sorulduğunda;
“Bize göre hepsi de helaldir! Ancak kalb gözleri gerçeklere, hakikatlara kapalı olanlar böyle dediler. Biz onların bu telakkileri üzerine; “Sizin üzerinize haramdır!” dedik.” diye cevaplamıştır.
Bu sözler tam bir küfür olmakla birlikte, ayrıca da tezatların tezadını taşımaktadır içinde. Zira, hakikatlerin perdelendiği kimdir? Perde olan kimdir? Kime perdelenmektedir ve kim perdelemektedir, neyle perdelemektedir?
Bu sözlerdeki açık tezaddan dolayı, onların şeyhlerinden biri, talebesine bir keresinde şunları söylemiştir :
“Sana biri, bu alemde Allah’dan başka bir varlık vardır derse, gerçekten büyük bir yalan söylemiştir.”
Bu söze karşılık, mürid, şöyle söylemiştir :
“Madem ki, bu alemde Allah’dan başkası yoktur öyleyse yalan söyleyen kim olmaktadır?”
Bunlardan biri, bir başka kimseye; “Bu alemdeki varlıklar, Hak’kın mazharlarıdır” dediği zaman. Söz söylenen kişi şunu sormuştu :
“Mazhar, mezahirin aynı mıdır, yoksa başkası mıdır? Eğer, başkasıdır, derseniz bir nispet dahilinde vücudda ikiliği kabul etmiş olmuyor musunuz? Yok başkası değil de kendisi ise o zaman hiçbir fark yoktur ve böyle olunca da, yalan söylemiş olan da, Hakkın bizzat kendisi olmuyor mu?”
Biz bunların iç yüzlerini ortaya dökücü bir çok örnekleri başka başka yerlerde de yazdık. Ve onların her sözünün gerçek anlamını ve maksadını bildirdik…
Fusus sahibi; “Ma’dum ( yokluk) bir şeydir ve Hak’kın vücudu bunun üzerine feyezan ( taşmak, fazla gelmek, fazlalık) etmektedir.” demektedir. Böylelikle o, vücudla sübut ( apaçık ortada olan)ı, birbirinden ayrı olarak görmektedir.
“Ma’dum, dışta sabit olan şeydir.” diyen Mutezile mezhebi mensupları, hak yoldan çıkmış olmakla birlikte, İbni Arabi’den çok daha hayırlı idiler. Çünkü, bunlar;
“Yüce Allah, alemde varlıkları sabit olan eşya için bir vücut yaratmıştır ve bu vücud asla Yüce Allah’ın vücudundan değildir.” demişlerdir.
İbni Arabi ise, Cenab-ı Hak’kın vücudunun,? yokluk üzerine taştığını söylüyor. Ona göre, Yüce Allah’ın vücudunun dışında bir vücud yoktur.
İbni Arabi’nin en yakın yoldaşlarından Sadreddin-i-Konevi de, mutlakla muayyenin arasını ayırır. Çünkü o, felsefeye daha çok yakındır. Onun için de Ma’dum’un, herhangi bir şey olduğunu kabul etmemiş; Cenab-ı-Hak’kı “Vücud-u Mutlak” olarak, görmeyi tercih etmiştir. Bu konuyu açıklamak için de, “Miftahu Gaybi’l-Cem ve’l-Vücud” adlı bir de kitap yazmıştır.
Yüce Allah’ı mutlak bir vücud olarak görmek, böyle bir kabul, O’nu inkar etmekten, yok bilmekten daha şedit bir ifadedir. Çünkü, şartlı mutlak, akli biri bütündür. Onun için de, görünür ve bilinir alemde değil, zihinlerde var olur. Şartsız mutlak ise, tabii bir bütünlüktür ve olduğu gibi, var olduğu biçimde ortadadır, gözler önündedir. Mutlak’ın hariçte, görünürde bir vücudu olduğu ileri sürülürse ( ki hariçte ancak muayyen olan şeyler olabilir) böyle bir halde, mutlak olanın hariçte vücudunun var olduğunu kabul edenlere göre, muayyenden, sınırlıdan bir parça ( cüz) olmuş olur. Böyle olduğu taktirde, Cenab-ı-Hak’ın vücudu, ya hariçte son bulur veyahut da, yarattıklarının vücudundan bir cüz, bir parça olması lazım gelir; veya, mahlukatın vücuduyla birleşerek aynı olması lazım gelir.
Bu durumda sorarız bu densizlere :
Hiç parça, cüz, bütünü yaratabilir mi?
Bir şey kendi kendini yaratabilirmi?
Yokluk, hiçlik, her hangi bir varlığı yoktan var edebilir mi?
Yahut bir bütünün parçası, kendi bütününü meydana getirebilir mi?
Bu vahed-i-vücudçular, hulul ve ittihad kelimelerini kullanmaktan sakınırlar. Çünkü hulul diye bir mafhum kabul edilirse, o zaman, bir hulul eden, bir de hululü kabul eden olmalıdır. Yani, ikili bir hal kabul etmek lazımdır. İki vücudun varlığını kabul etmek gerekir. İttihad da aynı durumdadır. Bir birleşme varsa ortaklıkta eğer, iki şey de kendiliğinden var olacaktır tabii olarak. Bir yanda birleşen, öbür yanda birleşmeyi kabul eden olarak iki varlığın kabulünü gerektirir ittihad.
Bunlara göre ise, vücudda ikilik yoktur.. Bunlar derler ki :
“Hıristiyanlar, sadece Hz. İsa’ya Allah dedikleri için küfre girdiler. Şayet Allah’lık vasfını sadece Hz. İsa’ya has kılmasalardı da, bütün varlıklara şamil kılsalardı, kafir olmazlardı.”
Yine bu mülhidler puta tapanlar hakkında derler ki :
“Onlar, alemdeki mazharlardan sadece bir bölümüne ibadet ettikleri için küfre düştüler. Eğer alemde var olan her şeye ibadet etmiş olsalardı, hata etmemiş ve küfre girmemiş olacaklardı.”
Yine onlara göre, hakikatlara vakıf olan ariflerin puta tapmaları kendilerine bir zarar vermezmiş! Bu tip inanışlar ve hele bu inanışları ilan etmeler, sadece küfür değil, aynı zamanda büyük birer de çelişki örnekleridir.
Çünkü bir tek soru çelişkilerini ortaya dökmeye yeterlidir :
“Peki! Hata eden kimdir ve neye göre hata işlemiştir?”
Onlar daha da ileri gidip, şöyle demektedirler :
“Cenab-ı-Hak, mahlukta olan bütün noksan sıfatlarla, sıfatlanandır.”
Yine onlar diyorlar ki :
“Mahluk, yaratanda var olan bütün yüce sıfatlarla sıfatlanandır.”
Yine onlar, “Fusus” sahibinin söylediklerini kabul ederek demektedirler ki :
“Zatı için Yüce olan, vücudi sıfatların ve ademi ( yokluk, hiçlik) nispetlerin hepsini kapsayan bir yüceliğin, bir kemalin sahibi olandır. Bu vücudi sıfatlar ve ademi nispetler, örf, akıl ve şeriat bakımından işler kötülenmiş olsun, isterse makbul sayılmış olsun, hiç farketmez… Çünkü, Allah kendi müsemması içindedir.”
Onlar bu küfür sözlerini sarfederken, bir türlü de kendilerini çelişkiden kurtaramamaktadırlar. Çünkü, hislerle de, akılla da, herkesçe bilinen bir gerçek vardır ve bu gerçek de, O’nun, o olmadığıdır.
Onlar Tilmisani’nin sözlerini kabul ederek şöyle diyorlar :
“Bize keşif hali içindeyken, aklın kabul edemeyeceği bir takım hakikatler açıklanmıştır. Onun için, hakikata ulaşmak isteyen aklı ve şeriatı bıraksın!”
Bu iddiayı yapanlardan birine şunları söylemiştim :
“Herkesçe bilinen bir hakikattir ki, Resul ve nebilerin keşfi, başkalarından daha yüce ve kusursuzdur. Onun için de, Resul ve nebilerin haberini verdiği hakikatler, başkalarınınkine göre en doğru olanıdır.
Resul ve nebiler, insanların kendi akıllarıyla bulamadıkları ve bulamayacakları hakikatleri o hakikatların tek sahibi Allah’dan alarak insanlara getirirler. Bu hakikatler öyle vasıfdadır ki; içinde, insan aklının “Bu da olamaz” diyebileceği hiçbir şey yoktur.
Demek ki Resul ve nebiler, aklın imkansız diyeceği şeyleri değil tersine, olur diyebileceği gerçekleri getirmektedir Resul ve nebilerin, haberini verdikleri gerçeklerin akli açıklığın ve sabitliğin gerçekleriyle çelişmesi hiç mümkün değildir. Çünkü, iki delil de kesindir ve kesin olan iki delil birbiriyle çelişkiye düşmez.
Deliller ister akli olsun, isterse de nakli, eşittir. Böyle olduğu halde, nasıl olur da, kalkıp bu işi, dinin ve aklın açık gerçekleriyle çalışan keşifler yaptığı iddiasında bulunabilir?
Böyle bir iddianın sahibi olan kişiler, sanmıyorum ki, bilerek yalan söylemiş olsunlar. Ancak, bunların zihinlerinde bir takım hayaller beliriyor, onlar da bu hayalleri hariçde, vücudu olan bir şey sanıyorlar. Yani, kendi hayallerine vücud izafe ediyorlar. Sonra, hariçte, bir takım haller görüyorlar ve bu gördüklerini, Allah’ın iyi kullarına nasib ettiği kerametlerden sayıyorlar. Halbuki ise, bütün bu keramet diye gördükleri şeyler, şeytanın aldatıcı oyunlarından başka bir şey değildir.”
Bu adamlar, velayeti Resul ve Nebilikten daha üstün görür ve risaletin hiç ara vermeksizin devam ettiğini ileri sürerler. Bu itikad ve iddia, evvela İbni Sebi olmak üzere birçok kendine veli diyen kişiler tarafından söylenmiştir.
Onlar ayrıca, insanlar için üç şahitlik mertebesi kabul ederek derler.
“Bir kul şuhud mertebelerinin ilkinde seyrederken, alemde bir takım itaat ve isyanlar, iyilik veya kötülükler görür.
Fakat ikinci daha ileri mertebeye yükselince, isyan ortadan kalkar ve sadece itaat ve iyilik görünür gözüne.
Daha ileri olan üçüncü mertebeye çıktığı zaman ise, ne itaat kalır, ne de isyan… Çünkü, bu mertebe her şeyin bir olduğu mertebedir.”
Onların ileri sürdükleri şuhud mertebelerinden birincisi, yani taat ve masiyeti farketme makamı sahih ve şeriata uygun bir görüştür. Taat ve masiyetin farkedilmesi doğru olanıdır. İkinci mertebede, onlar kaderi kabul etmeyi, ona şahitlik etmeyi anlıyorlar.
Nitekim bir kısmı şöyle söylemektedir :
“Kendisine isyan edilebilen bir Tanrı tanımıyorum!”
Allah’a karşı isyan edebilmenin imkanı olmadığını söyleyen bu sapık kişiler şunu da söylemektedirler :
“Günah ve isyanlar, meşiet-i-ilahiyyeden başka bir şey olmayan Hak’ın iradesine karşı gelmektir.”
Halbuki ise, insanların hepsi de Hak’ın hükmü altındadır ister istemez.
Onların bir şairi şunları söylemiştir :
“Şunu, şunu yap demişsin, bana,
Bunun için gücendim sana
Çünkü benim her işim,
Sana itaattir baştan sona.”
Onların bu şekildeki sözleri, Allah’ın Resulü ve nebilerle bildirdiği emirlere ve gönderdiği kitablar vasıtasıyla haberini verdiği hakikatlara aykırıdır. Çünkü, sahibini kötüleme ve azarlamaya müstahak hale getiren isyan, onların zannettiği gibi, iradeye karşı gelmek değil, Allah’ın ve Resulünün emirlerine karşı gelmektir.
Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır mealen :
“İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse Allah, onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar ve orada ebedi olarak kalırlar. İşte gerçek kurtuluş budur. Kim de, Allah’a ve O’nun Resulüne karşı gelir, O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah, onu içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” ( Nisa : 13-14)
Biz, varlık alemi ( Kevni)nde mevcud olan iradeyle, dini iradenin, kevni emirle, dini emrin farkını az sonra açıklayacağız. Bu mesele hakkında bir kısım sufiler şüpheye düştükleri için, Cüneyd, ( Allah ondan razı olsun) onlara bu meseleyi açıklamıştı. Bu konuda Cüneyd’in yolunu benimseyenler doğru yolu bulmuş oldular. Ona itibar etmeyenler ise, sapıtmış oldular.
Çünkü onlar :
“Her şey Allah’ın iradesi ve istemesiyledir ve bu, tevhid inancının esasıdır.” diyerek zorluklara girdiler.
Kendi nefislerinin isteği ile bir özenti haletine düştüler. Onlar böyle bir tevhid anlayışını “Cem-i-evvel” diye ifade ettiler.
Cüneyd, onlara, aradaki farkı ortaya koyan ikinci görüşün gerekli olduğunu açıklamıştır. Onun ortaya koyduğu ikinci görüş de şudur :
“Her şey Allah’ın irade ve kudreti içinde olmakla birlikte, Allah’ın sevdiği, razı olduğu şeyler ile, yasakladığı, kötü olduğunu söyleyip gazaplandığı şeyleri birbirinden ayırmak lazımdır. Bunları birbirinden farklı bilmek vacibdir. Böyle olunca, Allah’ın dostları ile düşmanlarını da birbirinden ayırmak gerekir.”
Bu konuda Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır :
“Biz kendilerini Allah’a adamış Müslümanları mücrim suçlularla bir mi tutacağız? Ne biçim hükümler veriyorsunuz siz?” ( Kalem : 35-36)
“Yoksa iman edip de bizim yap dediğimiz işleri işleyenleri, yeryüzünde isyan ederek fesat çıkaranla bir mi tutacağımızı sandınız? Demek biz, Allah’a karşı gelmekten kaçınanlarla, isyan edip günah işleyenleri bir tutacağız öyle mi?” ( Sa’d : 28 )
“Yoksa biz, kötülük yapan kimseleri, hayatlarında ve ölümden sonra, iman edip imanlarının gereği yararlı iş yapanlarla bir mi tutacağız sandınız? Ne kadar yanlış hükümlere varıyorsunuz ve kendinizi aldatıyorsunuz!” ( Casiye : 21)
“Körle gören, iman edip imanının gereği yararlı iş işleyenle, isyan edip kötülük işleyen asla bir olmaz, olamaz. Ne kadar da dar düşüncelisiniz siz!” ( Mü’min : 58 )
Kur’anda buna benzer açık ayetler çok olduğundan, bu ümmetin ilkleri ve onların yolunda giden İslam büyüklerince tutulan yol ve kabul edilen inanç şudur :
Allah, bütün mevcudatın yaratıcısı, Rabbi ve Malikidir! Ne dilerse, neyi nasıl isterse o öyle olur. O, dilemedikçe, istemedikçe hiçbir şey olmaz. O’ndan başka ibadete layık ilah, hükümedici yoktur.
İşte böyle olmakla beraber, yine de O, itaat ve ibadeti emretti. İsyanı, itaatsizliği ise haram kıldı. O, bozgunculuğu ve fesadı sevmez, küfre ve kötülüğe razı olmaz. Her ne kadar, O’nun iradesi ve kudreti ile oluyorsa da, fuhuşu, bütün aşırılıkları kötülemiştir. Hiçbir kötü hareketten memnun olmaz, tersine kötü davrananlara buğz edip kızar. Böyle şeyleri yapanları kınayarak azabına muhattab edeceğini söyler.
Üçüncü şuhud mertebesine gelince :
Bu mertebe, “Şu itaattir, şu isyandır” yahut “Şu iyidir, şu kötüdür” diyerek bir ayırım yapmamaktır. Zira, bu mertebede olan kişi, mevcudu bir vücud olarak görür. Onlara göre, bu vücud birliği görüşü, müşahedesi, Allah’a ulaşan yolun, Allah dostluğunun en yüce mertebesidir.
Gerçekte ise böyle bir görüş ve itikad, Allah’ı tanımada, onun fiillerini idrak etmede, ayetlerine muhatap olmada, sapıklığın en son mertebesidir. Allah düşmanlığının en ileri gitmiş bir halidir. Çünkü böyle bir görüşün sahibi ister istemez, Allah düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları kendisine dost edinir. Her türlü küfür ehli bunların yakınları haline gelir.
Allah’u Teala ise şöyle buyurmaktadır mealen :
“Ey müminler, sakın yahudiler ile hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar biribirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o artık onlardandır.” ( Maide : 51)
“Vücud Birliği” itikadına sahip bir kimse, şirkten ve putlara tapınmaktan kendisini alakoyamaz. Ben bunlardan uzağım demez, diyemez. Böylesine, Allah’ın kendisine dost edindiği İbrahim Aleyhisselamın tevhid dininden çıkmış olur.
Yüce Allah Kur’anda buyurmaktadır :
“İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var; onlar kavimlerine demişlerdi ki : “Biz, sizden ve sizin Allah’dan gayrı taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek olan Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret varolacaktır.” Yalnız İbrahim’in, babasına; “Senin için Allah’dan mağfiret dileyeceğim. Fakat sana Allah’dan gelebilecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” demesi hariç. Bu söz sizin için bir örnek değildir. Çünkü bir kafir için mağfiret dilenmez.” ( Mümtehine : 4)
Yine Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in puta tapanlara söylediği şu sözleri nakletmektedir :
“Sizden evvelki atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyormusunuz? İşte bu taptığınız putlar benim düşmanımdır. Benim dostum ancak bu alemlerin Rabbi olan Allah’dır.” ( Şuara : 75-76)
Başka bir ayeti celilede Yüce Allah mealen buyuruyor ki :
“Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerin, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut da akrabaları olsa bile, Allah’a ve Resulüne karşı geliyorlarsa, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte, Allah iman denen nimeti bunların kalblerine yerleştirmiş, tarafından bir ruh göndererek onları desteklemiş, teyid etmiştir.” ( Mücadele : 22)
Vücudun birliğinden bahseden ve şuhudun üçüncü mertebesine erdiğini sanan bir kimse için, itaat ve masiyet diye bir şey olmadığını söyleyen ve buna, ulaşılacak, ulaşılabilecek hakikatin en son noktası olarak bakan bu sapıkların bir kısmı, kendi itikadlarını anlamak için bir takım kitaplar tertip ve telif ettiler. İbni Fariz’in “Nazmi’s-Süluk” adlı kasidesi bunlardan biridir. Fariz bu kasidesinde diyor ki :
“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.
Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.
Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte,
Zatım ile, bana namaz kılan arasında bir fark yoktur elbette.
Ben, benden bana gönderilmiş bir Resul oldum,
Zatımı, ayetlerimle kendime delalet eder buldum.
Dua edersem eğer, icabet eden ben olurum ben,
Çağrılırsam eğer, icabet eder, çağırıp dua eden.
Fariz’in sözleri bunlara benzer biçimde sürüp gitmektedir. Bu adam ölümün kendisine yakınlaştığını gördüğünde de şunları söylemiştir :
“Benim yolum sizce olmuşsa da sevimli,
Umduğuma kavuşamadım, yitirdim bütün günlerimi.
Nefsim, zaferinden emindi bir zamanlar,
Bugün, vakit geçmişken anlıyorum ki, boş ve batıl şeylermiş onlar…”
İbni Fariz, önceleri kendisini Tanrı sanıyordu. Fakat Allah’ın melekleri, canını almak üzere hazır olduğu son anda, zannının batıl olduğu apaçık gözlerinin önüne serilmiş ve asla kendisini kurtaramayacak olan yukardaki sözlerini sarfettirmiştir ona bu görüş.
Yüce Allah, eksiksiz kitabında buyuruyor ki :
“Yerde ve gökte ne varsa, hepsi de Allah’ı tesbih eder; O, aziz ve rahimdir.” ( Hadid : 1)
Evet, yerde ve gökte ne varsa, herşey Allah’ı tesbih eder ve hiçbiri de ( Haşa) Allah değildir.
Şanı yüce Allah buyuruyor :
“Göklerin ve yerin mülk ve hakimiyeti O’nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye kadirdir. Evvel de O’dur, Ahir de… Zahir de O’dur, batın da… Varlığı aşikar olup, gerçek mahiyeti insan için bilinmezdir Ama, O, herşeyi hakkıyla hiç eksiksiz bilir.” ( Hadid : 2-3)
Müslim’in sahihindeki bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır :
“Allah’ın Resulü dua ederlerken şöyle buyururlardı :
“Ey arşın ve yedi kat gökyüzünün Rabbi olan şanı yüce Allah’ım! Ey bizim ve bütün yaratıkların Rabbi! Ey küçücük taneleri yaran; Tevrat, İncil ve Kur’anı inzal buyuran! Yaptıkları ve yapacakları senin elinde bulunan her canlının şerrinden sana sığınırım! Sen evvelsin, senden evvel hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra hiçbir şey varlığını sürdürecek değildir. Sen zahirsin, senden daha açık bir varlık yok. Sen batınsın ve senden daha yakin kimse yok. Rabbim! Borcumu öde ve beni zengin yap!”
Yüce Allah, yukarda en son olarak zikrettiğimiz ayeti kerimeden sonra şunları buyuruyor :
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden O’dur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir O. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı görür.” ( Hadid : 4)
İşte, yüce Allah, bu ve buna benzer daha birçok ayette, göklerle yerin arasında ne varsa, hepsinin sonradan yaratılmış olan bir mahluk olduğunu ve hepsinin de yüce yaratıcısını tesbih ettiğini beyan buyuruyor. Aynı zamanda da, yüce Allah’ın her şeyi en ince noktalarına kadar bildiğini ilan ediyor.
Ayeti celiledeki “O, sizinle beraberdir” deyiminin anlamı; Arap dilinde, “Mea=beraber” lafzı, iki şeyden birinin diğeriyle birleşip karışmış olması anlamı taşımaz.
Mesela Kur’an-ı Kerim’deki şu ayette olduğu gibidir :
“Ey iman edenler! Allah ‘dan korkun ve doğrularla beraber olun!” ( Tevbe : 119)
Şunda olduğu gibi :
“Muhammed Allah’ın Resulüdür ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı şiddetlidir.” ( Feth : 29)
Mesela şurada olduğu gibi :
“Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa, mutlaka dördüncüleri O’dur. Beş kişi gizli konuşsa, mutlaka altıncıları O’dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarım haber verir. Çünkü, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” ( Mücadele : 7)
Bu ayetteki, beraberlik, geneldir. Bu ayet, ilimle başlayıp yine ilimle sona ermektedir. Bunun için İbni Abbas. Dahhak Sufyan’ı-Sevri ve Ahmed bin Hanbel “Yüce Allah, ilmiyle beraberdir” buyurmuşlardır.
Aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde geçmekte olan beraberlik ise, mahiyeti özellik ifade eden bir beraberliktir :
“Muhakkak ki Allah, takva ( Allah’tan korkup, yasaklarından çekinme hali) sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.” ( Nahl : 128 )
“Şüphesiz ki ey Musa! Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm” ( Taha : 46)
“… O zaman O, arkadaşına : “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu!” ( Tevbe : 40)
Allah’ın Resulü mağarada Hz. Ebu Bekir’e şöyle söylemişti :
Demek ki, Allah, Musa ve Huran ile beraberdir, ama Firavun ile beraber değildir.
Muhammed ve arkadaşı ile beraberdir ama, Ebu Cehil ve öbür düşmanları ile beraber değildir.
Korkan ve sakınanlarla beraberdir, bundan ötürü de iyilik yapanlarla beraberdir ama, haddi aşan zalimlerle beraber değildir.
Eğer bu beraberlikten kastolunan mana, yüce Allah’ın zatı ile ilgili olsaydı, zikredilen ayetlerdeki özel olan haberlerle, genel olan haberler birbiriyle çelişirdi.
Gerçek manası, buradaki beraberliklerin; O’nun yardımının, dostlarına olduğu, düşmanlarına ise olmadığıdır.
“Gökte de, yerde de ilah O’dur” ( Zuhruf : 84) buyrulmaktadır ayeti kerimede. Bu ayetin manası, elbette ki, göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilahının O olduğudur.
Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır mealen :
“Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, azizdir, hakimdir!” ( Rum : 28 )
“Göklerde de yerde de Allah O’dur” ( Enam : 3) ayeti celilesi de böyledir.
İmam Ahmed ve diğer ilim sahibi büyük imamlar bu ayetin tefsirinde;
“Göklerde de yerde de mabut ancak Odur” demişlerdir.
Bu ümmetin evveli ve aklı başında imamları, Yüce Allah’ın, yarattığı mahlukatından ayrı ve kendine has olduğunda; bir tahrif ve ta’dil olmaksızın, keyfiyet ve kemiyet cihetine gidilmeksizin, yüce Allah’ın kendini vasıflandırdığı ve Resulünün sıfatlandırdığı sıfatlarla vasfedileceğinde ve noksan ve eksik sıfatlarda vasfetmenin doğru olmadığında, icma ve ittifak etmiştir.
Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; “O’nun misli ve benzeri yoktur” ( Şura : 11) ve O’nun kemal sıfatlarından herhangi biri hakkındaki kelamının da bir benzeri yoktur. İşte O’nun kemal sıfatlarını belirten eşsiz ve benzersiz kelamından bir bölüm :
“Ey Muhammedi De ki : “O Allah, bir tektir. Allah herşeyden müstağni ( ihtiyacı bulunmayan) ve her şey O’na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir eşi ve benzeri, dengi yoktur.” ( İhlas : 1-4)
İbni Abbas, yukardaki ayetlerde geçmekte olan “Es-Samed” sıfatını açıklarken, şöyle demiştir :
“Es-Samed : İlminde, sonsuz olan, alim sıfatının azametinde eşsiz olan, kudretinin üstünlüğünde dengi bulunmayan, hikmetinin genişliğinde nihayet bulunmayan, hasılı, büyüklüğünde hiçbir sonu olmayan ululuk, demektir.”
İbni Mesud ve daha başkaları da şöyle söylemişlerdir :
“Es-Samed : Boşluğu ve noksanı bulunmayan; Ehad ise, benzeri bulunmayan” demektir.
Bu duruma göre, yüce Allah’ın, “Es-Samed” sıfatı, kemal sıfatlar ile muttassıf olduğunu ve her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh bulunduğunu ifade etmektedir. “Ehad” sıfatı ise, misli ve benzerinin olmadığını bildirmektedir.